“Burası
bir kültür çölü. Edebiyat konuşacak insan bulamıyorum Zülfü” Yaşar Kemal
Eamonn
ve Edebi Yalnızlığımız
Yıllar
önce, aslen Yeni Zelandalı, hayatının çoğunu Londra’da geçirmiş ve birçok ülke gezmiş İngilizce
hocam, Eamonn, bir dersimizin sonunda beni kahve içmeye davet etmişti.
Sevinerek kabul etmiştim, çünkü tam buraların mantığıyla ücretli olması gereken
bir faaliyet bedavaya gelecekti. Hemen sonra aklıma ilk gelen bu düşünceden çok
utandım.
Eamonn,
kırklı yaşlarının başında, saçlarını erken dökmüş, yüz hatlarını biraz daha keskinleştiren zayıflığı diğer
insanlarla arasına bir engel gibi gerilmiş, uzunca boylu bir adamdı. Eskilerin soğuk nevale ifadesi tavırlarına
cuk otursa da dostluğumuzdan dolayı yüreğim bu yakıştırmaya elvermiyor.
Kurs
binasından çıkıp Barbaros Bulvarını Beşiktaş’a doğru adımlamaya başlar başlamaz,
bana iş dışında nelerle ilgilendiğimi, nasıl vakit geçirdiğimi sorarak sohbete girdi.
Açıkçası ilk başta sorusuyla tavrı arasında bir bağlantısızlık hissetmiştim.
Soru samimiyken, özelken, jest ve mimikleri çekingen, mesafeli kalmakta yapay
bir ısrarı sürdürüyor gibiydi. Derslerinde de geçmişten kopup gelmiş bir
‘muallim’ edasıyla konusunu anlattığından tavrına alışıktım, fakat çarçabuk önüme
düşen soru beni şaşırtmıştı. Edebiyatla ve müzikle ilgilendiğimi söyler
söylemez de bu sefer “Tahmin etmiştim.” diyerek karşıladı. Kendimi pek ilgi
çekici bulmadığımdan, birinin benim hakkımda varsayımlar yürütmüş olmasını
garipsedim. Bu yüzden ne demek istediğini sordum. Askerlikle beni kafasında
birleştiremediğini belirtip, “Başka bir yüzün olmalı diye düşünmüştüm” dedi. Bu
tezadın ilgi çekici de olabileceğini o güne kadar pek fark etmemiş, belki de
böyle bir ilgiyi gereksememiştim.
Beşiktaş
meydanına yaklaşırken yol üstünde oturulabilecek birkaç kafe arasından nihai kararı
ona bıraktım. Kahvelerimizi alıp kalabalığın arasında bir masaya itiş kakış
yerleştik. Sohbet ilerledikçe güzelleşti. ‘Unpublished’ bir yazar olduğunu o
gün öğrendim. Üzerinde yıllardır çalıştığı bir roman taslağı vardı. Şiir de
yazıyordu. Ben çok şey için geç kaldığımı düşünürken, o benden on yaş büyük
olmasına rağmen yaşının bir yazar için genç bile sayılabileceğinden dem vurdu.
İngilizce dersleri vererek dünyayı geziyordu. İstanbul'a heyecanla geldiğini,
fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını yine o sohbetimizde söylemişti.
Cihangir'de ev kiralamış, edebiyat, müzik, resim, kısacası sanat konuşabileceği
insanların peşine düşmüş; ve imparatorluklara beşik olmuş bu şehirden hikayeler
toplamanın hayalini kurmuştu. Birkaç aydır İstanbul’daydı, kurak bir kültürel
iklimdi karşılaştığı. Halbuki İstanbul’da her şey vardı. Operalar, tiyatrolar,
konserler… Bunları söyleyince o çok nadir rastlayacağınız belli belirsiz gülümsemesiyle
verdiği cevabı unutamam: “Elbette bunu biliyorum, fakat Paris’te herhangi bir
kafeye otur, edebiyattan konuşabileceğin mutlaka birini bulursun. Burada Proust konuşabileceğim
biriyle kaç ay sonra ilk defa karşılaştım. İstanbul’dan daha fazlasını ummuştum.”
Eamonn’ın Paris hakkında söylediklerinin doğru olup olmadığını bilmesem de yaşadığı
duygu bana tanıdık gelmişti. İstanbul’dan, Türkiye’den hep fazlasını ummak.
Öğrencilik
yıllarımda askeri okuldan ayrılıp edebiyatla, müzikle dolu bir hayat kurmayı
çok istemiş, fakat bir türlü o büyük adımı atamamıştım. Büyük adım diyorum,
çünkü benim okulumdan öyle ceketinizi alıp çıkamazdınız. Hatta ceketi almak ne demek, donunuzu bile orada bırakmanız
gerekirdi. Sadece sizinkileri de değil üstelik. Neyse… Bu apayrı bir
konu. Eamonn’ın sözleri beni bir an için o yıllara götürdü. Nazım Hikmetleri,
Turgut Uyarları, Aziz Nesinleri, Fazıl Hüsnü Dağlarcaları boş yere aradığımı
kavramanın sancısını çektiğim günler, geceler birbiri üstüne biniyor, ben git
gide daha altta kalıyordum. Bu durumdan, hafta sonu izninde görüşebildiğimiz, o
izin de sudan sebep bir bahaneyle iptal edilmemişse tabii, ‘dışarıdan’ bir dostuma
sıklıkla yakınırdım. Öyle
sanıyorum ki kapının bu tarafından umudu kestiğimden, öteki tarafı da ister
istemez idealize ediyordum. Bir gün, sözümü hiç bölmeden beni dinledikten sonra
şunları söylemişti: “Tolga, sanıyor musun ki burada çok var bizden, görmüyor
musun ben de en çok seninle konuşabiliyorum”. İşte on yıl sonra o cümleyi
duyduğum anı, Eamonn’ın sözleriyle bir kez daha anımsadım. Aslında her iki
arkadaşımın da haklı olduğunu seziyor, fakat her defasında başka türlüsüne
inanmayı seçiyordum. Bugün bile…
Eamonn ile son yazışmamızın üzerinden beş yıldan fazla geçmiş. Yurdumun kurak kültürel iklimini bir salgın, bir de vasatlık vurmuş ki, hani devasa bir kültür çölüne dönmek üzere desek ülke, yeridir. Böyle söyleyince de kimi dostlar beni karamsarlıkla itham ediyor. Ne münasebet! Durum tespiti ne zamandır karamsarlık oluyor? Doğrusu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder