SOSYAL MEDYA

31 Mart 2021 Çarşamba

Tolga Gökçin


“Burası bir kültür çölü. Edebiyat konuşacak insan bulamıyorum Zülfü” Yaşar Kemal

 

Eamonn ve Edebi Yalnızlığımız

 

Yıllar önce, aslen Yeni Zelandalı, hayatının çoğunu Londra’da geçirmiş ve birçok ülke gezmiş İngilizce hocam, Eamonn, bir dersimizin sonunda beni kahve içmeye davet etmişti. Sevinerek kabul etmiştim, çünkü tam buraların mantığıyla ücretli olması gereken bir faaliyet bedavaya gelecekti. Hemen sonra aklıma ilk gelen bu düşünceden çok utandım.

 

Eamonn, kırklı yaşlarının başında, saçlarını erken dökmüş, yüz hatlarını biraz daha keskinleştiren zayıflığı diğer insanlarla arasına bir engel gibi gerilmiş, uzunca boylu bir adamdı. Eskilerin soğuk nevale ifadesi tavırlarına cuk otursa da dostluğumuzdan dolayı yüreğim bu yakıştırmaya elvermiyor.

 

Kurs binasından çıkıp Barbaros Bulvarını Beşiktaş’a doğru adımlamaya başlar başlamaz, bana iş dışında nelerle ilgilendiğimi, nasıl vakit geçirdiğimi sorarak sohbete girdi. Açıkçası ilk başta sorusuyla tavrı arasında bir bağlantısızlık hissetmiştim. Soru samimiyken, özelken, jest ve mimikleri çekingen, mesafeli kalmakta yapay bir ısrarı sürdürüyor gibiydi. Derslerinde de geçmişten kopup gelmiş bir ‘muallim’ edasıyla konusunu anlattığından tavrına alışıktım, fakat çarçabuk önüme düşen soru beni şaşırtmıştı. Edebiyatla ve müzikle ilgilendiğimi söyler söylemez de bu sefer “Tahmin etmiştim.” diyerek karşıladı. Kendimi pek ilgi çekici bulmadığımdan, birinin benim hakkımda varsayımlar yürütmüş olmasını garipsedim. Bu yüzden ne demek istediğini sordum. Askerlikle beni kafasında birleştiremediğini belirtip, “Başka bir yüzün olmalı diye düşünmüştüm” dedi. Bu tezadın ilgi çekici de olabileceğini o güne kadar pek fark etmemiş, belki de böyle bir ilgiyi gereksememiştim.

 

Beşiktaş meydanına yaklaşırken yol üstünde oturulabilecek birkaç kafe arasından nihai kararı ona bıraktım. Kahvelerimizi alıp kalabalığın arasında bir masaya itiş kakış yerleştik. Sohbet ilerledikçe güzelleşti. ‘Unpublished’ bir yazar olduğunu o gün öğrendim. Üzerinde yıllardır çalıştığı bir roman taslağı vardı. Şiir de yazıyordu. Ben çok şey için geç kaldığımı düşünürken, o benden on yaş büyük olmasına rağmen yaşının bir yazar için genç bile sayılabileceğinden dem vurdu. İngilizce dersleri vererek dünyayı geziyordu. İstanbul'a heyecanla geldiğini, fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını yine o sohbetimizde söylemişti. Cihangir'de ev kiralamış, edebiyat, müzik, resim, kısacası sanat konuşabileceği insanların peşine düşmüş; ve  imparatorluklara beşik olmuş bu şehirden hikayeler toplamanın hayalini kurmuştu. Birkaç aydır İstanbul’daydı, kurak bir kültürel iklimdi karşılaştığı. Halbuki İstanbul’da her şey vardı. Operalar, tiyatrolar, konserler… Bunları söyleyince o çok nadir rastlayacağınız belli belirsiz gülümsemesiyle verdiği cevabı unutamam: “Elbette bunu biliyorum, fakat Paris’te herhangi bir kafeye otur, edebiyattan konuşabileceğin mutlaka  birini bulursun. Burada Proust konuşabileceğim biriyle kaç ay sonra ilk defa karşılaştım. İstanbul’dan daha fazlasını ummuştum.” Eamonn’ın Paris hakkında söylediklerinin doğru olup olmadığını bilmesem de yaşadığı duygu bana tanıdık gelmişti. İstanbul’dan, Türkiye’den hep fazlasını ummak.

 

Öğrencilik yıllarımda askeri okuldan ayrılıp edebiyatla, müzikle dolu bir hayat kurmayı çok istemiş, fakat bir türlü o büyük adımı atamamıştım. Büyük adım diyorum, çünkü benim okulumdan öyle ceketinizi alıp çıkamazdınız. Hatta ceketi almak ne demek, donunuzu bile orada bırakmanız gerekirdi. Sadece sizinkileri de değil üstelik. Neyse… Bu apayrı bir konu. Eamonn’ın sözleri beni bir an için o yıllara götürdü. Nazım Hikmetleri, Turgut Uyarları, Aziz Nesinleri, Fazıl Hüsnü Dağlarcaları boş yere aradığımı kavramanın sancısını çektiğim günler, geceler birbiri üstüne biniyor, ben git gide daha altta kalıyordum. Bu durumdan, hafta sonu izninde görüşebildiğimiz, o izin de sudan sebep bir bahaneyle iptal edilmemişse tabii, ‘dışarıdan’ bir dostuma sıklıkla yakınırdım. Öyle sanıyorum ki kapının bu tarafından umudu kestiğimden, öteki tarafı da ister istemez idealize ediyordum. Bir gün, sözümü hiç bölmeden beni dinledikten sonra şunları söylemişti: “Tolga, sanıyor musun ki burada çok var bizden, görmüyor musun ben de en çok seninle konuşabiliyorum”. İşte on yıl sonra o cümleyi duyduğum anı, Eamonn’ın sözleriyle bir kez daha anımsadım. Aslında her iki arkadaşımın da haklı olduğunu seziyor, fakat her defasında başka türlüsüne inanmayı seçiyordum. Bugün bile…

 

Eamonn ile son yazışmamızın üzerinden beş yıldan fazla geçmiş. Yurdumun kurak kültürel iklimini bir salgın, bir de vasatlık vurmuş ki, hani devasa bir kültür çölüne dönmek üzere desek ülke, yeridir. Böyle söyleyince de kimi dostlar beni karamsarlıkla itham ediyor. Ne münasebet! Durum tespiti ne zamandır karamsarlık oluyor? Doğrusu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Feridun Andaç

  KENDİ BAKIŞINDA BİR SES OLABİLMEK                                                                                                         ...