SOSYAL MEDYA

31 Mart 2021 Çarşamba

Ecem Fulya Başlak



KÜSTAH

 

Severdim yüzümü, bakarken sana...
Göremediğim gitmelerin
Bir histi içimde
Bilirdim de söyleyemez, kesemezdim önünü kaderin.


Kimin umurunda
Eskiden ben neydim, şimdi ne olmuşum…
Kendimle verdiğim her savaşı
Topuyla tüfeğiyle nasıl, yenemez olmuşum?

Sakladığım gözümden dışarı
Bir damla iki damla...
Sonrasını saymadım.
Gönlümden içeri bir de sen,
Söylemedim nasıl:
"Seni sevdim..."
Sayıkladım da içimden
Nasıl, işte buradayım,
Sadece sana bakarken, ben güzelim...
Diyemedim.

Kaçtığım şimdi kimden?
Öyle karıştık ki,
Ayıklayamıyorum pişmanlığı içinden.

Tuzla buz olmuş aynalar,
Görünmüyorum.
Bil ki şimdi ben bitkin,
Ben çirkinim.
İhtimal ya,
Bulmak istersen kendini,
Gizlenmek istersen yine aynı anda,
"Sarılmak derdim,
Yüzünü saklamanın en küstah yoludur."

Gülemiyor, ağlayamıyorum...
Yolumu geri ver,
O omuz benim, bana ver.
Yüzüm düştü topla yerlerden.
Ben çirkin değilim,
Bir sarılsam geçecek...

 

 

 

 

Zeynep Yolcu


Bak Bu

Bilinebilseydik kendimize akardık, insanlarla

Çatışıyoruz benlik, bak bu ele

Senle taşıyoruz

Bak bu toplum mandalina

Nar yakın zaman peygamberi

Lohusa lahanaya bak o hep kadın

Görememezlikten gelemedik, yakınlaştık

göremedik

 Bitebilmeye de başladık

“Zannetmek ki ölüm uzaktır”

Paklandık, bak bu kadarı hak.

(Cenk Tanova Ödünç Dize)

Zerrin Bilici

 


- Destanımızda yalnız onların maceraları vardır- N. Hikmet

 

                                                 Kapanmayacak Parantez

 

Bazı anlar, bazı olaylar vardır, unutmazsınız. Günüyle, saatiyle yaşananı anbean hatırlarsınız. Bu da öyle anlardan, öyle günlerden biriydi.

Gülten Akın Cumhuriyet döneminin kadın şairlerinden. Şiire İkinci Yeni çizgisinde başlamış, sonra toplumcu şiire yönelmiş. Şiirlerinde halk şiirinden de beslenmiş.

Eserlerine bakıyordu çocuklar. Biri: “Hocam şiirlerinden birinin adı Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı, Maraş ne alaka?” diye sormuştu. Ah bu gençlerin bu ‘ne alaka’ kalıplı soruları, ben düzeltmekten yoruldum, onlar kullanmaktan bıkmayacaklar. Belki de beni hep bu tür düzeltmelerle hatırlayacaklar, diye geçirmiştim içimden. “Hadi gel, Gülten Akın’ın hayat hikâyesinde bulalım ‘alaka’yı .” demiştim öğrencime.

“Hukuk Fakültesi mezunu olan şair, eşinin görevi nedeniyle bir süre Maraş’ta bulundu.”

Yaşadığı yerlerde hem avukatlık hem de öğretmenlik yapmış. Halkın arasına karışmayı, onları dinlemeyi, onların sesine kulak vermeyi önemsemiş. “Peki, neden Ökkeş’in Destanı hocam?” demişti bir başka öğrencim. Konu yaşadıkları şehirle ilgili olunca diğer şairlere gösterdiklerinden daha canlı bir ilgiyle dinliyor ve derse katılıyorlardı. Sizce neden olabilir, demiştim ben de. Sonra Destan’dan bir bölümde sorumuzun cevabını bulmuştuk:

12 Şubat 1920

Maraş’ın kurtuluş günü

Nasıl ilktir Kurtuluş savaşımız

Nasıl örnektir ezilen uluslara

Maraş ilk destandır Kurtuluş Savaşı’nda

İlk gazidir.

Onunçün bizim ilk yazdığımız destan

Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’dır

Maraş kurtuldu

Duruldu Ökkeş’in kabaran yüreği.

 

Belli coğrafyalarda bazı adların diğerlerinden daha yaygın olarak kullanıldığından bahsetmiştik. Maraş’ta da Ökkeş adının yaygın kullanıldığından Maraş mücadelesinde adı geçmeyen birçok isimsiz kahramanı temsilen, onlara duyulan saygının ifadesi olarak şiire bu adın verilmiş olduğunu söylemiştim. Ne kadar ince bir davranış, nasıl güzel bir duyarlılık, demişti bir kız öğrencim. Böyle bir inceliği de ancak incelikleri fark edebilen bir ruh yakalayabilir zannımca, demiştim.

Destandan bölümler okurken “Adamın su gibi akanıdır Maraşlı” dizelerinin de bu destanda yer aldığını söylemiştim. Öğrencilerden bu dizeyi duyanlar vardı ama dizeyi bir kadının söylemiş olacağını düşünmediklerini söyleyenler olmuştu.

Maraş’ın eski çağlardan beri tarihini, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmasını,  Maraş’ın işgaline ve sonra kurtuluşuna kadar bütün bir mazisini anlatıyordu şair.  İçine ninnilerden türkülere, ağıtlardan Maraş’a özgü ilenç sözlerine kadar pek çok motifi doğallıkla ve özenle yerleştirmiş ki işte bir doğal destan edasıyla karşımızda duruyor şiir, demiştim.

Bir kasım günü, derste ondan ve “Maraş’ın ve Ökkeş”in Destanı”ndan bahsettiğimiz gün aldım ölüm haberini. Teneffüse çıktığımda, cep telefonuma gelen mesajdan öğrenmiştim. Ah kimselerin vakti yok durup incelikleri fark etmeye diyen şairi, inceliklerin şairinin dizeleriyle hatırladım.  “Kitaplarda Ölmek” diyordu Behçet Necatigil de. Açılan bir parantez kapanmış mıydı şimdi?

Teneffüs sonrası sınıfa döndüğümde öğrencilerimle de paylaşmıştım bu haberi. “Az önce kendisinden bahsediyorduk ya, Gülten Akın vefat etmiş.” Ama bunu söylerken neden boğazımda bir yumru varmış gibi hissetmiştim?

O akşam basında Gülten Akın’la ilgili yazılanları okudum. Bu yazılar beni daha önce bir başka derste başka bir öğrenci grubuyla yaptığımız tartışmaya götürmüştü. Erkek öğrencilerden biri bir yerlerden duyduğu, kadınlardan iyi komedyen ve şair olmaz, tezini savunuyordu. Neden olmasın, demiştim. Bu dediğin hayatın bir yerine kadar doğru çünkü kadınlar erkeklerle aynı zaman diliminde okumaya, yazmaya başlamadılar. Kadınlara toplum içinde gülmenin ayıp ve günah olduğu öğretilmişken nasıl birilerini güldürsünler? Duyguları açık etmenin ayıp olduğu öğretilirken nasıl şiir söylesinler? Ama biliyor musunuz, bizim türkülerimizin, ağıtlarımızın pek çoğunda kadın izi vardır. Gurbete gider, çocuğu ölür, kocası ölür, kocası askere gidince çeşitli tehlikelere maruz kalır. Kadın bunları ağıda döker, türküye döker. Sonra bir kız öğrencim söz alarak, “Kim demiş kadından iyi şair olmaz diye, olmasa Dağlarca’dan sonra Türkçenin yaşayan en büyük şairi unvanını alır mıydı Gülten Akın?” demişti.

O akşam şöyle düşünmüştüm: Ana diline sahip çıkması, onu incelikleriyle kullanması, destanlarında türkülerinde halkını anlatması nedeniyle Gülten Akın parantezi kapanmayacak.

Ebru Ataman

 

Be(n)den

Bir ağırlık var üstümde,

ama üzerimden atabileceğim cinsten.

Ah! Ertelenen hafiflikler...

Oysa üzerime serilen toprakla karışmalıyım,

sonra ıslanmalı ve çiçek açmalıyım;

kokular saçmalıyım etrafıma,

yeniden hayata karışan,

yaşama dönen be(n)den...

02.2020/2021 Darmstadt

Berna K. Doğan

 

 


BEN DE KESTİM KARA SAÇLARIMI

 

Kara saçlarını kesme cesaretini gösterenlere

 

Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön, dedi annem. Dönemezdim anne. Yolum belli artık. Ne uzaklık ne yakınlık önemli şimdilerde. Çevre mi? Kimin umurunda Herkes kendi payına düşeni yaşıyor. Yasaktı yasaydı töreydi dön. Sevdim bir kere. Yüreğim yüreğine düştü. Kara gözleri gözlerimin yeşil beneklerine sarıldı sarmaşık gibi. Çayırlı çimenli çiçekli bir kırda dolaşmaya, karın beyazında saçlarımızı beyazlatmaya söz verdik. İçinde dışında yanında değilim, kızım, yavrucuğum, dedi annem. Canım anam, bahtsız anam ben senin içinde olurum ancak. İçinde olabilsem, o sıcacık güvenli rahminde kalabilsem. Hep sıcaklığı bulabilsem. İnsanın en büyük arayışı bu değil midir nihayetinde? Ana huzuru. Sen hep benim yanımdasın. Aklımda, fikrimdesin. İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi, anne. Bu ayıplar, bu kim ne derler yüzünden değil mi tutsaklığımız? Görünmez kelepçelerle bağlanır ellerimiz. Oysa tek derdimiz sevmek. Sevdikçe var olmak değil mi? Kolay mı bu kelepçeli ellerle yaşamak? Kadın olmak geçim ehli olmak. Kolay mı anne? Bu nasıl yaşamaydı dön, desen de, desem de dönemem. Gemileri yaktım. Sevdanın bağrına hançerimi soktum. Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti. Tohumsuz meyve,  çiçeksiz dal olur mu anne? Onları taşıdım içimde tıpkı senin beni taşıdığın gibi, anneliğimi okşadım seni okşar gibi. Emzirdim süt damlası gibi memelerimden hayatın tadını. Kullandım onları, evet. Sevgi için, sevmek için kullandım. Okşamak, içimde bir şeyler büyütmek için kullandım. Sevginin en onulmazını yüreğinde hissetmek, okşamanın, dokunmanın en kıymetlisini, en titreğini hissetmek kullanmaksa eğer kullandım annelik sevgimi. Tutsak ve kibirli- ne gülünç-. İşte böyle analık. Bir de aşk. Bir de sevgi. Omuzların dik. Başın dik. Bakışların dimdik. Kibirli evet, gülünç evet. Ama işte tüm bunlar karşısında boynun eğik. Ne gülünç gerçekten… Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez. Oysa ben bu gözler için yaktım, yıktım, geldim. Gözleri gözlerimde hep eriyecek belledim. Kahırla, kinle, nefretle – hayır hiçbiri değil- öfkeyle bakan gözlerden korktum. Başımı öne eğmedim. Ben de baktım onun gözlerine. Burun deliklerini gördüm açılıp kapanan. Dudağı incelmişti. Gerilmişti. Oysa ilk öpüşte nasıl da yumuşacıktı. Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum. Taradım onları fırtınadan sonra. Okşadım anam okşar gibi yanımda. Tel tel kaldırdım, topladım, arkadan bağladım, topuz yaptım kendime baktım. Saçlarım güzel ve gür. Gözlerim yeşil benekli. On yedisindeyim  aynalarda. Yüzümde çizgi yok ruhum öyle söylüyor. Oysa gerçek bambaşka. Kanserliyim. Ölüyorum. Tel tel dökülüyor saçlarım. Yarısı kel kaldı kafamın. Saçlarım yoluk. Banyonun beyazında yumak yumak. Ölmüşüm. Öldürülmüşüm. Kafa derimi yüzmüş sanki birileri. Saçlarımı, kara saçlarımı öylece buldum. Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi. Hepsini kestim. Aldım tıraş makinasını elime, sıfıra vurdum. Bir yuvarlak boynumun üstünde. Pinpon topu gibi. İki kaş, iki göz, bir ağız. Kirpikler bile yok. Başımın arkasında ufak bir beze. Zararsız. Kendi kendine. Emniyet subabı  gibi. Kestim saçlarımı. Kurtuldum. Yolukluktan, biçarelikten. Birşeycik olmadı –Deneyin lütfen-. Denemeli her insan bir kerecik de olsa kel kalmayı. Tüm ağırlıklarından, fazlalıklarından kurtulmayı. Başımda serinlik. Şimdi aydınlığım, deliyim, rüzgârlıyım. Bambaşka bir yüz, bambaşka bakıyor aynadaki silüetine. Boynum uzamış omuzlarımın üstünde. Gerdanım güzelleşmiş. Benim kel kafam ne güzelmiş! Günaydın kaysıyı sallayan yele, her güne günaydın diyorum. Günışığı perdelerin arasından süzülürken hasta damarlarıma ben ölmediğime, nefes alabildiğime şükrediyorum. Güneşi görebildiğim için, gecenin karanlığından sıyrılabildiğim için. Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi, parmağına batırdı diye sızlananları. Kanımızda kırmızı zehir, yarını umutla beklerken ama içimizde bir taş ağırlığı. Ayşen gidiyor, daha sekizinde çocuğu var. Saliha henüz yirmi altısında memesinin yerinde kocaman bir yara. Dev gibi acıları bir yaşantı ile karşılayanlara, nasıl imrenmem? Vakur duruşların suskunluğunu nasıl alkışlamam? Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum. Kurtuldum da yepyeni bir hayata yeniden gözlerimi açtım anne. Kendi rahmimde kendimi doğurdum bu kez. Acıları kendim çektim.

Kara saçlarımdan bir tutam da sende kalsın anne!

 

Editörün yorumu

Merhabalar, Gülten Akın’ın güzel bir şiiri üzerinden, etkileyici bir dille yazılmış metniniz. Cümleler, ifadeler çarpıcı. Kaleminiz kuvvetli. Bir şiiri metne dönüştürme, çok güzel bir fikir. Uyarlaması da o kadar kolay olmamıştır diye düşünüyorum.

Kestim kara saçlarımı, daha çok saçın kısaltılmasını çağrıştırıyor. Bu açıdan metinde gördüğüm ‘saçın tamamını tıraş etme’ durumu baştaki çağrışımın değişime uğraması ve şaşırmaya neden oldu. İlk mısradan hareketle yazdığınız giriş cümlelerinde, toplumun engel olmak istediği duygularına karşılık bir kızın cesur tutumu var. Bu yüzden metin okuyucuda acaba nasıl karşı koydu diye bir merak oluşturuyor. Bu soruya cevap bulamadan, metnin ortasında bir kırılma yaşanıyor. Okuyucunun hazırlıksız olduğu bir çatışma kurmuşsunuz. Biz toplumla savaşma, kendi değerlerini anlatıcının nasıl kurduğunu, neyle karşılaştığını merak ederken hikâye değişiyor ve bir kanser hastasının mücadelesi ve cesur tutumunu okuyoruz. Tamamen hikâye olsaydı bu metin, kanser kelimesi hiç geçmeden bize yaşananlar üzerinden bunu göstermenizi, yani okuyucunun bazı işaretlerle bu anlatıcı kanser diye düşünmesini sağlamanızı isterdim. Yeniden başa dönersem, aşkına sahip çıkma hikâyesinden, kansere doğru dönüş yani beklenmedik olay, bu güzel metinde ani bir kırılma yaşanmasına neden oluyor. Metnin bütünlüğü açısından bakarsak giriş, gelişme, sonuç hepsinin ayrı güzel olduğunu ama kırılmaların da yer aldığını söylemem gerek.

Alisa Vera

 

Film: Julieta

JULİETA’NIN ÖZLEMİ

Julieta kızına giden yolda, birçok şey hayal ediyordu. Kızının yüzündeki ifadeyi, sıcak bir kucaklaşma olup olmayacağını...

O sırada Anita bahçedeydi. Bir tarafa istiflenmiş küçük fidanlardan birini dikmekle meşguldü. Tek katlı, bahçe içinde bir evde, iki kızıyla yaşıyordu. İki kızı, o sırada bahçedeki sedirde oturmakta, meyvelerden ayırdıkları çekirdekleri bir kabın içine koyuyorlardı. Hafif esen ikindi rüzgarı saçlarını dalgalandırıyordu. Anita’nın kocası başka bir kadınla kaçmıştı. Anita, toprağa bulanmış çıplak ayaklarıyla, yere diz çökmüş sessizce fidanları dikiyordu. O sırada araba sesinin geldiği yöne doğru başını çevirdi.

Yol biraz yokuştu. Lorenzo’nun arabası yokuş başında durdu. Arabanın içinde Julieta’ya birşeyler söyledi ve Julieta arabadan indi ve yokuşun başından aşağıya hızlı hızlı yürümeye başladı. O sırada Anita, gelen kişiyi görmek için toprağa bulanmış elini alnına siper etti, ikindi güneşi gözüne ışımasın diye. Gelen Julieta’ydı. Zaten umudu vardı geleceğinden. Orağı hızlıca yere bırakıp, heyecanla doğruldu yerinden. Üstünde mavi bir elbise vardı Anita’nın. Üstünde de beyaz ve uzun işlemeli bir cepken. Arkadaşı Bea’nın bahsettiği gibi zayıftı ama yüzü huzur içindeydi, ışık saçıyordu. Düz ve uzun saçlarında beyazları belirmişti. Annesini kucaklamak üzere akşam güneşine doğru yürürken, bir azize gibi görünüyordu.

Julieta, yılların özleminin yangınından kurtuldu ve kızının kucağına bıraktı kendini, huzur içinde. Zaman durdu, güneş durdu, rüzgar durdu. Julieta’nın sevgisi, çevredeki tüm tepelere çarptı ve yankılandı. Rüzgar hafifçe esti ve Anita sarılarak koluna girdi annesinin, bahçenin içerisine doğru ilerlediler. Anita’nın kızları ayakta durup, bu kavuşmaya şahitlik etmişlerdi. Anita, annesinin ellerini öpüyor, kızlarına ondan bahsediyordu. Anita, Lorenzo’nun kapıda durduğunu görse de, görmezden gelmişti. Lorenzo bahçenin girişinde ayakta durmuş, batmakta olan güneşin son ışıklarını seyrediyordu.

 

Saniye Kısakürek

 

 


KELİME GÜNLÜĞÜ

 

İki artı bir olsun, lebiderya olsun

 

Leb demeden lebiderya dedik ya, azıcık deniz görse de evler; hemen oluverdi lebiderya. Oysa denizin dudakları anlamına gelirmiş lebiderya.

Aslı Farsçadan gelmeymiş meğer. Leb deyince Farsça “dudak” dermişiz. Farsça’nın, yani Hint-Avrupa dil ailesinin leb kelimesi, Latinceye (tekil hali labium, çoğul hali labia) oradan da Tıp diline geçmiştir. İngilizce’de lip, Fransızca’da lévre’yle de akrabalık varmış da haberimiz olmamış a dostlar!

 

 

Umursar mısın umarsız mı?

 

Durun durun! Umursarız tabii. Önemli sayarız, önem veririz, aldırış ederiz.

Ama bir de şarkı tuttururuz;

Umarsız şarkılar, dudağımda bir yarım ezgi...”

Umursarım deriz ama umarsız deyince anlam değişir. “Umar” “çare” demektir çünkü. Yani umursamazlıkla karıştırılan bu kelimemiz (umarsız) çaresiz anlamındadır.

 

 

Usâreden Özsuya

 

Usâre ya da Üsâre Arapça kökenli bir kelime. Günümüzde pek kullanılmıyor. Bitki veya hayvan dokularında bulunan ve bunlardan sıkma yoluyla elde edilen besleyici sıvı, öz su anlamlarına gelmekte.

Bir diğer anlamı ise “besleyici, hayat verici öz”. Buna bir örnek verelim hemen;

“Değişmez fikir ve diriltici usâre, az tesadüf edilir hayal, hulâsa hakiki ruh saltanatı bunlardaydı” Ahmet Hamdi Tanpınar.

Bir diğer örnek de Yakup Kadri’nin Rahmet adlı öyküsünden;

“...çocukken gördüğümüz cinlerden vâkıâ sende birşey var; fakat, bu, onların usâresinden senin usârene karışmış birkaç damla gibi (...)”

 

 

Gentleman bir Centilmen

 

Gelelim günlükteki son kelimemize. Centilmen bizim dilimize İngilizce’den gelmiş yerleşmiş. Latince “gentilis”den gelen “gentle” sözcüğü “soylu, zarif, kibar” anlamına gelmekte. Man gelince de zarif, soylu ve kibar adam oluveriyor.

Örnekler;

1898’de Ahmet Rasim’in, Şehir Mektupları isimli eserinde “elinde manolya, göğsünde kamelya aşağı yukarı gezinen yerli bir centilmen

Nezihe Meriç’in, Madem ki Hayal Kurmak Bedavadır öyküsünde, “- İşte buyrun! Demedim mi ben? Sigara dumanı, dans müziği ve ekstra centilmen genç adamlar.”

 



Hülya Üstün Köseleci

 


KURU YAPRAK

 

            “Burada ineyim" dedi adam. Parayı uzattı. Üstünü beklemeden kendini dışarıya attı. Taksinin içine sinmiş iğrenç kokuya daha fazla dayanamayacaktı. Adımını atar atmaz bir çıtırtı işitti. Ayağını hafifçe kaldırdı. Kuru bir yaprağı ezip un ufak etmişti.  Epeydir yapraksız bir ülkedeydi. Sonbaharı da, sarı yaprakları da özlediğini fark etti.

            Kadın ona, okulun karşısındaki tostçuda buluşuruz, demişti kadın ona. Yürümeye başladı. Şaşkınlık içindeydi. Bu binalar ne zaman dikilmişti. Allah’ın tarlasıydı buraları. İlk ataması yapıldığında zor bulmuşlardı okulu. Hangi akıllı şehrin bittiği yere bu okulu kondurur, diye çok merak etmişlerdi. Adamın babası, başlasın göreve, sonra aldırırız merkeze, demişti de kadın istememişti. O gün bugündür bu okuldaydı demek ki.

            Tostçuyu bulamayınca önüne çıkan ilk markete girdi. “Bu taraf okulun arkası, öne dolanın görürsünüz,” dedi marketçi. Okulun girişini mi değiştirmişlerdi, yoksa o mu karıştırıp yanlış yerde inmişti. Anlayamadı. Her şey o kadar değişmişti ki.

            Karşıya geçti. Okul duvarının yanından yürüyerek aşağıdaki caddeye çıktı. Sonunda okul kapısını da, karşısındaki tostçuyu da bulmuştu. Kaba bir binanın altındaydı dükkân. Gerçi, orada diğer binalar da pek farklı değildi. Hepsinin üzerinde bir aceleye gelmişlik hali vardı. Kaba sıvalar, ucuz boyalarla binaların eğretiliği kapatılamamıştı.

            Saatine baktı, erken gelmişti. Civarda zaman öldüreceği başka bir yer de görünmüyordu. Çaresiz burada bekleyecekti kadını. Daracıktı tostçu dükkanı. İçinde oturulacak yer yoktu. Kapının önüne iki küçük sehpa, birkaç tane de alçak tabure atılmıştı.

            İçeriye göz attı. Kasanın başında iri yarı biri dikiliyordu. Kolundaki aslan dövmesi ona hırlıyormuş gibi geldi. Kasadaki, tanıyormuş gibi baktı ona.  “Buyurun”  diye seslendi. Şaşırdı o bedenden çıkan tiz sesi işittiğinde.  “Bir arkadaşa bakmıştım da.” Başını salladı kasadaki kadın. Yüzünde sanki alaycı bir gülümseme görür gibi oldu.

            Dışarıdaki taburelerden birine ilişti. Huzursuzluk kapladı içini. Hiç gelmeseydi keşke. Bunca yıl sonra ne gerek vardı ki? Görmüştü işte onu evvelsi gün cenazede.

             Metalik bir müzik sesiyle irkildi. Artık zil çalmıyordu okullarda. Ardından uğultu yükselmeye başladı okul binasından. Onlarca genç okuldan dışarı çıkmak için adeta yarışıyorlardı. Öğrenciler ya kız kıza, ya da erkek erkeğe yürüyordu caddede. Muhafazakârlaşan bu semt mi, yoksa şimdiki zaman mı, diye sordu kendine.

            Sonunda, kadın göründü okul kapısında. Karşıya geçmek için yaya geçidinde beklerken ona rahatça bakabildi. O da değişmişti. Daha kalın, daha yorgun görünüyordu.

            Kadın yaklaşırken ayağa kalktı. İkisi de tedirgindi. Tokalaştılar sadece.

            “Çok bekledin mi?” diye sordu kadın.

            “Yeni geldim sayılır.”

            “Kusura bakma. Biraz seni yalnız bırakacağım” dedi. Dükkâna girdi. Montunu çıkarıp astı. Az önce kasadaki kadın, şimdi tost makinesinin başına geçmiş siparişleri hazırlıyordu. Kadın onun omzuna vurdu gülümseyerek. O da geçti tezgâhın arkasına. Kalabalıklaşmıştı içerisi. Okuldan çıkanlar doluşmuştu. Onu gözlüyordu adam. Hem para alıp fiş kesiyor, hem de arkaya dönüp bir şeyler hazırlıyordu.

            Adam, kadının oraya alışkın gibi durduğunu, düşündü. Dükkan sahibi yakın arkadaşı herhalde. Belki de ortaktırlar. Canı sıkıldı yeniden, kalkıp gitse miydi ki. Az sonra kadın elinde bir tepsiyle çıkageldi. Çaylar kırmızı plastik kulplu cam bardaklara konmuştu. Melamin tabaklardaki tostları görünce annesi aklına geldi. Müberra Hanım olsa nasıl da burun kıvırırdı.

            “Zahmet ettin. Fazla kalmayacaktım. Ben sadece sana teşekkür etmek istemiştim.”

             “Ne için?”

“Geçen gün cenazeye geldiğin için. Hastaneye de babamı ziyarete gelmişsin. Annem çok mutlu olmuş.”

            “Rica ederim. Babanın benim üzerimde de hakkı vardı.”

            “Şaşırdım seni orada görünce.”

            “Cenazeniz daha kalabalık olur sanmıştım.”

            Gülümsedi. “Bizim düğün gibi mi olur?”

            Güldü kadın.

            “O tür kalabalıklar eskidendi. Şimdi parti filan kalmadı biliyorsun. Zaten dönemindekilerin çoğu da öldü.” Soluklandı, devam etti. “Meclis’te de tören yapılıyormuş. Annem, Ankara’ya götürüp getirerek babanıza eziyet etmeyin. Kavuşsun bir an önce toprağına, dedi.”

            “Haklı.”

            Başıyla okulu işaret etti. “Hâlâ buradasın.”

            “Evet. Memnunum. İstemedim başka yere gitmek.”

            “Uzak kalmıyor mu biraz?

            “Hayır. Ev de burada.” Başını kaldırıp tostçunun tam üstündeki daireyi gösterdi. “Ders başlamadan beş dakika önce çıkıyorum evden.”

            Adam başıyla onayladı. “Bu devirde işe yakın oturmak büyük lüks.”

            “Burada da her şey var artık. Bazen bakıyorum, aylar geçmiş Konak'a inmemişim. ”

            Adam tosta dokunmamıştı daha. Çayını yudumladı yavaş yavaş.

            Kadın sözü aldı yeniden. “Yurtdışındaymışsın.”

            “Öyle oldu. Epey gezdirdiler beni. Şimdi Dubai’deyim. Hâlâ aynı şirket. Ortadoğu direktörü yaptılar beni.”

            “Çalışkandın sen hep.” Biraz soluklandı kadın. “Oğlun var galiba?”

            “Evet. Annesiyle İngiltere’de şimdi. Orada okuyor.”

            “O kadar büyük demek ki.”

            Adam da sormak istiyordu. Cesaret edemiyordu bir türlü. Çayından bir yudum daha aldı. Gözleri üstü çizik dolu sehpanın üzerinde gezinirken   “Sen, bir daha hiç ?” diyebildi sadece.

            Kadın kolaylaştırdı işini. “Evlenmedim. Düşünmedim bir daha.”

            Gururlu bir gülümseme yayılacak gibi oldu yüzüne. Kadın buna izin vermedi. Devam etti. “Nadire’yleyiz yıllardır.”

            “Nadire?”

            Başıyla içerideki kadını işaret etti. Adamın bakışları iki kadın arasında gitti geldi.  Anlam arıyordu. "Ev arkadaşın mı?'

            “Yol arkadaşım,” dedi kadın keskin bir tonla.

            “Öyle mi?” Söz aradı bir süre. Yutkundu. “Güzel. Yalnız kalmamalı insan,” diye mırıldandı. Ne kadar da aptalca konuşuyorum, diye düşündü. Sustu. Zihni geçmişteki tek bir mekana doğru sürüklendi. Kısa sürmüş evliliklerinin yatak odasına. Aşık olduğu o kızın kaskatı kalışı, sonrasındaki hıçkırıkları, kendisinin kapıyı çarpıp çıkmaları.

            Müşteriler dağılmıştı. “Yesene. Tostu güzeldir Nadire’nin. Çok beğenilir,” dedi kadın.

            “Gerçekten güzel görünüyor.” Küçük bir lokma ısırdı.

            “Dubai’de var mı bunlardan?”

            “Yok, bilmiyorlar böyle karışık tostu. Varsa yoksa Amerikan burgerleri”

            Gülüştüler. Yine söz bitmişti.

            “Ben gideyim artık,” diyerek yerinden kalktı.

            “Sağol geldiğin için.”

            “Çayla tost için de Nadire hanıma teşekkürlerimi ilet.”

            “Söylerim.”

            Yola doğru bir adım attı. Durdu, kadına döndü.

            “Senden özür dilerim.”

            Kadın şaşırdı. “Anlamadım. Ne özrü?”

            “Seni o zaman çok zorladığım için. Hiç anlayamamışım seni.”

            Gülümsedi kadın. “Esas sen kusura bakma. Ben de seni çok üzdüm. O zaman ben bile kendimi anlayamamıştım ki.”

            Sarıldılar birbirlerine.

            “Hoşça kal,” dedi adam.

            “Kendine iyi bak.”

            Bir taksi yakalayabilmek için kaldırımın kenarına doğru ilerledi. Yine bir çıtırtı geldi ayağının altından.  Bakmadı bu kez aşağıya. Mırıldandı, "yine ezmişimdir bir yaprağı."          

Irmak Erkan

 


‘Onun uğraştığı iş bana kelimenin tam anlamıyla trajik denen şeyi sezdirmişti’

                                                                                              Yukio Mişima, Bir Maskenin İtirafları

KIRMIZI KOLONYA ŞİŞESİ

                Eskiden her şey ne güzeldi. Dünyada benden mutlusu yoktu. Hayatta birçok insanın sahip olamadığı şeye sahiptim. Beni sarıp sarmalayan, kucaklayan, besleyen, sevdiğim bir işe.

                 Kar, kış, ayaz demeden sabah ezanından evvel bodrum kattaki dairemden fırlar, koşa koşa işyerine gelirdim. Elektrik sobam, masamın içinde beni beklerdi. Fişini prize takar, çaydanlığın altını yakıverirdim. İçeriye demlenen çayın kokusu dolarken ben süpürgeleri, faraşları kucağıma yatırıp tek tek yıpranıp yıpranmadığına bakardım. Kolideki deterjanım bana kaç gün daha yeterdi; şişedeki sıvı sabunda azalma var mıydı? Fırçalarımı bir gece önceden temizlemeyi âdet edinmiştim; peki yer çekçeğinin lastiği kopmuş olabilir miydi? Ben rutin kontrollerimi yaparken cami cemaatinden birer ikişer damlayanlar olur, ceplerindeki bozuklukları camın önüne bırakırlardı.

                Bir ihtiyacımı görürüm diye birkaç kuruş fazladan bırakanlar olduğu gibi hiç para vermeden sıvışanlar da vardı. Kimileri ise hastanenin aciline yetişir gibi telaşla içeri koşarlar, ancak işlerini gördükten sonra beni yok farz ederlerdi. Bunlar benimle konuşmak bir yana, çıkarken uzattığım kolonyaya, peçeteye bakmadan doğrudan geldikleri gibi koşa koşa çıkışa seğirtirlerdi. Bana para vermeyenleri, beni yok sayanları daha çok severdim. Onları anladığımı düşünürdüm. Bilirdim ki hem içerde kapalı kapının arkasındaki eylemlerinden, hem de yanımdan boş geçtikleri için çifte suçluluk duyarlardı.

                Çoğunluk benim pis biri olduğumu, küçük bir azınlık da paraya doyamadığımı, ne çok kazandığımı konuşurdu. Benim bu işi sadece sevdiğim için yaptığım bir türlü akıllarına gelmezdi. Bilmiyorlardı ki çevremdekileri de benden kaçtıkları, uzak durdukları sürece seviyordum. Hem onlara içerinin dışarıdan çok daha temiz olduğunu, asıl pisliğin kendi dostluk dedikleri, sohbet dedikleri kirli maskaralıklarında gizlendiğini nasıl söyleyebilirdim? Söylesem inanırlar mıydı? 

                Şimdiye kadar hep etliye sütlüye dokunmadan kendi kabuğumda yaşamıştım. Ne olduysa dernek başkanı değiştikten sonra oldu. Yeni seçilen başkan her gün gelip halimi hatırımı sormaya başladı. Bir ihtiyacım var mıydı? Eksik malzemem oldukça çekinmeden isteyebilirdim, hemen temin edilirdi. Şayet kokudan rahatsız oluyorsam odamı umumi tuvaletten uzak, abdesthaneye yakın bir yere de taşıyabilirlerdi. Ona hemen şiddetle karşı çıktım tabii… Odamın taşınması söz konusu bile olamazdı. Yerimi, yurdumu nasıl değiştirebilirdim? Umumi tuvalete yakın olmak benim en önemli gereksinmemdi. Yardımcı falan da istemiyordum. Yalnız çalışmaktan keyif alıyordum. Hem işten anlamayan, işini sevmeyen birine tahammül edemezdim. Beni tanımadan hakkımda kendi kendine yaptığı yargılara aylar boyunca sessizce katlandım. Sadece Cuma namazlarına katıldığım halde herkese beni çok dindar, çok temiz biri olarak tanıtıyordu. Çok temiz falan değildim. Sık sık, helâ taşlarını temizlediğim ellerle para üstü uzattığım oluyordu. Bunlarla da kalmadı, beni bir tuvaletçi gibi görmediğini, iyi bir esnaf olduğumu her fırsatta dile getirdi.

                Başkan bir gün yanıma kırmızı bir kolonya şişesi ile geldi. Şişenin etrafına beyaz bir kurdele sarılmıştı. Kolonya şişesini hemen camın önüne koydu. Başkana kalırsa artık endişeye hiç mahal yoktu. Bundan sonra gelenim gidenim çok olacaktı. Onun konuşmaları ve getirdiği kırmızı kolonya şişesi işe yaradı. Tuvaleti kullanmak için civar mahallelerden daha çok kişi gelmeye; neredeyse her gelen bana hal hatır sormaya başladı. Kolonya şişesini ben tutmadan kendileri döküyor, bu esnada mutlaka ödemeyi de yapıyorlardı. Hangi tuvalette kâğıt bittiyse söylüyorlar, kirli bırakılan varsa uyarıyorlar, her seferinde teşekkür ederek yanımdan ayrılıyorlardı.

                Sonunda olan oldu. Ben de ‘başarılı’ olduğuma inanmaya başladım. Bir kere hoş sohbettim. Güler yüzlüydüm. Naziktim. Bunlar az meziyet değildi. Hiç ilgimi çekmediği halde müşterilerimin sıhhatini, işlerinin rast gidip gitmediğini soruyor; verdikleri cevaplar için onları küçümsüyor, işim düştüğünde ise aynı kişilere yaltakçılık ediyordum. Birlikte eğlenirken, gülerken içimden onlarla alay ettiğimi bilmiyorlar, samimiyetimi sahici sanıyorlardı. Beni suçlayamazlardı. Kendini olduğundan farklı göstermeyi onlardan öğrenmiştim. Başkan dâhil herkesin benimle yaptığı sohbeti riyakâr, samimiyetsiz buluyordum.

               

 

                Geçen hafta dernek başkanını bir köşeye çekip bu şekilde devam edemeyeceğimi söyledim. Herkesin girdiği helâyı temizlemek benim yapacağım, bana yakışan bir iş miydi Allah aşkına? İçerdeki kokunun beni tiksindirdiğini, sabah akşam öğürdüğümü söyledim. Bir deri bir kemik kaldım yahu, görmüyor muydu? Eğer devam edeceksem derhal odamın içine sadece bana özel bir tuvalet yapılmalıydı. Bundan sonra sizin pisliğiniz ayrı… Benimki ayrı…

Prof. Dr. Hakan Yaman

 

JO SPENCE’IN KENDİ OLMA MÜCADELESİ

 

Fotoğraf  insanoğlunun deneyimlerini ifade etmek için güçlü bir duygusal araç olmuştur. 19. yüzyılda fotoğrafın icadından kısa süre sonra, fotoğraf tıbbın hizmetine de sunulmuştur. Fotoğrafın anlamı ve gerçekliği yansıtması konusu ise bir süre sonra tartışma konusu olmuştur. Fotoğrafta çıplak gözle göremediğimiz, ancak bir fotoğraf makinesinin yakalaması olası olan bir durum olduğu anlaşılmıştır. Bu duruma Benjamin W optik bilinç dışı adını vermiştir. Örneğin koşan bir atın ayaklarının zemine temas edip etmediği fotoğrafın sunduğu bilgi ile anlaşılmıştır. Benjamin’e göre fotoğraf bize gerçeği sunmasa bile bilinçdışına bir kapı araladığını ifade eder. Yani fantezi, hayal, anı ya da korkuların açığa çıkmaları için bir yol sunar. Fotoğraf farklı mecralarda kullanılmaya devam ederken, yetmişli yıllarda mental terapilerde kullanılmaya başlamıştır. Seksenli yıllarda ise Spence ve Martin bu gelişmeler çerçevesinde kendi pratiklerini geliştirmişlerdir. Bu pratiklerin terapötik amaçları varken, kadın hakları ve kültürel kuramları da derinden etkilemişlerdir.               Re-enactment fototerapisi olarak adlandırdıkları yaklaşımları ile bireyin özünün bir dizi kurgu, hakkımızda söylenen, birbirleriyle ilgili öykülerin yarattıkları ağı kullanarak anılar taranır. Kendi öykülerimiz ile görüşlerimiz arasındaki uyumsuzluk ortaya çıkarılır. Spence ve Martin’in kullandıkları diğer bir teknik aile albümünün incelenmesidir. Danışanlar seanslara aile albümlerinden kendileri için önemli olan bir

 

 

fotoğrafı getirirler. Başka nesnelerin yanı sıra bu fotoğraflarla gizli kalmış anıları, baskılanmış duyguları ve kişisel kimliklerini ortaya çıkarırlar. Spence J özelinde ise kadın temsiliyetini, kimliğini ve kadınlık konularını bu doğrultuda ele almıştır. Ancak kendisi, daha çok meme kanseri teşhisi sonrası hazırlamış olduğu ham otoportreleri ile bilinmektedir. Hastalığı sürecince kamu kurumlarında almış olduğu hizmetlerden memnun kalmamış ve öfke ve endişelerini otoportrelerinde dile getirmiştir. Bu çalışmaların sonucunda 1982 yılında The Picture of Health fotoğraf serisi ortaya çıkmıştır. Burada özellikle güç dengesizliğine ve hastalara karşı sağlık personelinin infantilizasyonlarına (bebek yerine konulmalarına) dikkat çekmektedir. Karşılaşmış olduğu bu muameleye, başına gelenleri fotoğraflar ile belgeleyerek ve edilgenlikten çıkıp etken bir nesne haline gelerek karşı koymaktadır. Artık hekimlerin tıbbi talimat ve söylevlerinin edilgen nesnesi değildir. Etken bir hal alırken, yine de hasta olarak çaresizliğinden, yaşadığı duygusal krizi aşmak için fototerapiden yararlanır. Fototerapi ile kanser tedavisinin kendisinden alıp götürdüğü bireyselliği yeniden geriye kazanmaya çalışmıştır. Fotoğraflarında bir bebek gibi giyinmiş haliyle infantilizasyona dikkat çekerken, diğer taraftan bireyselliğini geri kazanmak için, sağlık çalışanları ve toplumda güç sahipleri ile aynı seviyede durmaya çalışan görüntüler geliştirmiştir. 1986 yılında ise geliştirmiş oldukları fototerapi yönteminin bir el kitabı özelliği taşıyan “Putting myself in the picture: A political personal and photographic autobiography” kitabını basmıştır. 1992 yılında ise vefat etmiştir.

.



Fotoğraf 1: Expected, 1990.

Fotoğraf  2’de  (Jo Spence. Beyond the Perfect Image.) Spence’in sadece gövdesi görünür. Sol memesinde kitle vardır. Ameliyat öncesi kendisine bir işaret konmuştur. Kendisine bir nesne gibi davranılmıştır.

Fotoğraf  2: Jo Spence. Beyond the Perfect Image, 1985

Fotoğraf  3‘te  infantilizasyon (Infantilization, 1984-Pictures of Health) konusu ele alınır. Sağlık sistemi ve sağlık çalışanları hastaları erişkin yerine koymuyorlar.

Fotoğraf 3: Infantilization, 1984







 


Feridun Andaç

  KENDİ BAKIŞINDA BİR SES OLABİLMEK                                                                                                         ...