Uyandığında yüzü gözü ter içindeydi. Saç diplerinden beri yastık ve çarşafa kadar her şey ıpıslaktı. Gördüğü şeyin bir rüya olduğunu anlayınca “Neydi o öyle!” dedi. Gözlerini kapattı, sessizliğin içinde hızla atan kalp çarpıntılarını dinledi.
“Her zamanki gibi bir gün başlıyor.” dedi. Hayır, her zamanki gibi değil, önceki günlerden daha sıcak, daha durgun bir temmuz günüydü başlayan. Yatakta gözlerini açıp sıcaktan suya kesmiş saçlarının arasından parmaklarını geçirdi. Ensesi ve yastığı da ter içinde kalmıştı. Başka zaman olsa havaya kızıp söylenirdi yattığı yerden. Onun yerine yüzünde mutlu bir tebessümle gerindi, “Hadi bakalım güzellik, güzel bir gün başlıyor.” dedi. Güzellik… Güldü, her sabah kendine söylediği sözcük, başka söyleyecek kimsesi olmayınca, diye düşündü insan kendi kendini böyle şımartacaktı, ne yapsın… Mesaj ya da arama kaydı görmek ümidiyle yattığı yerden telefonuna uzandı. Bir iki giyim mağazası kampanya mesajı. Gece kaç kere uyanıp mesaj var mı, diye bakmıştı. En son sabah beşte telefona bakmış, sonrasında da kan ter içinde kalmasına neden olan rüyâyı görmüştü. “Rüyâ değil, kâbus.” dedi.
Mutfağa geçip çayını demledi. Balkona çiçeklere su vermeye çıktı. “Susadınız mı siz?” Bir zamanlar, o bir zamanlar ne kadar önceydi? Ne önemi var? Annesi konuşurdu çiçeklerle. Balkonda her bir çiçeğin hatırını sorarak, her birine iltifat ederek, o aralar verimli değillerse tembellikle suçlayarak ama çoğunlukla sevecenlikle, çiçekleriyle konuşurdu. Kim bilir belki de konuşacak kimse bulamadığı için çiçeklerle konuşuyordu annesi. “Bu gerçeği şimdi fark ediyorum, ne tuhaf!” Balkondan bir süre sokağı seyretti. Dışarısı henüz hareketli değildi. Güneş bir hayli yükselmiş, yaz mevsimi için bu saatte bile olsa rahatsız edici olmaya başlamıştı. İçeri girdi, telefonu bir daha eline aldı. Telefonu eline almasıyla yüzündeki ümit dolu ifade kayboldu. Elinde telefonla mutfağa yöneldi. Kahvaltı yapma hevesi kaybolmuştu. Kendine zehir gibi acı bir çay doldurdu.
Bir el kolundan, bileğinden kavramış onu zorla bir otobüse bindirmeye çalışıyordu. Gitmek istemiyor, direniyordu. “Tanıdığım herkes oradaydı. Ne saçma kimse de itiraz etmiyordu zorla götürülmeme.” Annesi hayatta olsa ona anlatırdı rüyâsını. Eli yeniden telefona gitti. Henüz sekiz olmamıştı. Hafta sonları insanlar geç uyanır. Hayır, bu bir mazeret değil. Kaç kereler geceden mesajlar gelmeye başlardı. “Bugünün bana ait, kimseye söz verme.” Anne babasının sağlığında ya da yakın arkadaşlarının çok yakınında olduğu zamanlar zaman çizelgesini ayarlamak, birilerini bir gün önceye, birilerini kahvaltı saatine kaydırmak gibi şeylere efor sarf ederdi. Ama son birkaç yıldır…
“Hiç öyle rüyâ mı olur? Bak şimdi yanımda olsaydın ya da arasaydın sana anlatırdım. Beni zorla bir otobüse bindiriyorlardı, çok yakışıklı bir adamla. Binmemek için diretiyordum. O adam Azrail’miş. Bunu bir tek ben biliyormuşum.”
Sabit telefonun çınlayan sesi daldığı derin düşünce denizinden uyandırdı. Heyecanla telefona ulaştı. Salonda elinde ahize yüzünde ekşi bir ifade ile konsolun aynasında kendine baktı. Bankalardan biri, mekanik bir ses aracılığı ile kutlama mesajı yollamıştı. Nursel hanım geldi aklına. Eski öğretmen, bir gün zamaneden yakınmıştı. “Şekerim artık gezmeler bile parayla, nerde o eski samimi, teklifsiz kahve içmelerin keyfi, bir kekle içilen çayın tadı yok artık.” Arayan bir bankalar vardı bir de postayla gelen faturalar…
İşte telefon artık susmuyordu, yine de yüzünde mutsuzlukla odadan odaya geziyordu. Gelen her mesajda yüzünde bir ümit kıpırtısı beliriyordu ama beklediği mesajın gelmemesinden kaynaklanan bir hayal kırıklığı ile telefonu elinden bıraktı. Üç haftadır aramıyordu, üç koca haftadır sürüyordu küslükleri. Bugün işte onun benimle barışması için güzel bir fırsat, daha ne istiyor? Her yıl biraz daha yaşlanıyorum, derdi. Hiç de değil, cevabını duymaktı bunu söylemekteki amacı. Hiç de değil, sen yaşlanmazsın, bir sen bir de Ajda!.. Nasıl da güldürürdü onu.
Sıcak… Sıcağın verdiği hararetle ellerini yüzüne yelpaze yaptı. Bunalıyordu. “Doğru söyle, sıcaktan mı bunalıyorsun, aramamasından mı? Eskidik biraz, eskidik canım. Saat olmuş on iki. Şimdiye kadar çoktan aramalı ve günü nasıl değerlendirecekleriyle ilgili sürprizini yapmalıydı.” O sinirle telefonu kapattı, aradığında ulaşamasındı. Duşa girdi. Duşun verdiği ferahlıkla bir iyimserlik ve ümit kapladı içini. Telefonunu açtı, kapalı kalan süre içinde gelen mesajlar birbiri ardına tık tık düşüverdiler ekrana. Beklediği mesaj ya da arama kaydı yoktu içlerinde.
Saat dörtte beklediği telefon gelmişti ama bu defa o açmıyordu. Açmayacaktı, küsmüştü. Bir sigara yaktı, ayaklarını pufa uzatarak otururken dumanın havada şekiller alarak yayılmasını izledi.
Küstüm, küstüm, küstüm, diyordu içinden. Küsmek bile ikinci bir kişinin ya da kişilerin varlığını gerektirmez miydi? “O olmasaydı nazımı kim çekecekti, kaprislerime kim katlanacaktı? Daha da önemlisi ben kime küsecektim?
Telefonuna bir mesaj sinyali geldi: İyi ki varım yoksa kime küsecektin sen? Yanında gülücüklü bir simge.
17.07.2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder