Her şey ve hiçbir şey hakkında…
Herhangi bir zamanda, herhangi bir toplumda, o toplumun fark ettiğinden daha fazla, itiraf ettiğinden çok daha fazla, bastırmaya ve engellemeye çalıştığından çok çok daha fazla zulüm vardır. Z. Bauman
Bu sabah Abbas Kiyarüstemi’nin bir filmini izleyerek başladım güne: The Wind Will Carry Us/Bizi Taşıyan Rüzgar. Film, on bin yıl önce oradaymış ve hep orada olacakmış gibi hissettiren bir köyde geçiyor. İran’da, kendi içinde bütün dünyayı barındıran minicik bembeyaz bir dağ köyü. Telefona ihtiyaç yok, haber almak istediğin herkes yanı başında, ayrı damlar, beraber hayatlar. Kapılar kilitsiz. Füruğ’dan şiirler var içinde, abartmadan, sadece yeri geldiğinde, konuşur gibi, ufacık çocuğuna seslenir gibi söylenen. Çocuk doğurmak nefes almak gibi. Dünyayı yerinden oynatmıyor, bebek doğuyor ve onunla birlikte hayat öncesinde nasılsa öyle gidiyor, feveran yok, telaş yok, doğadaki her canlı nasılsa öyle, dingin, çığlıklar koparmadan. Ne kadar çabalasan da ulaşamadığın bir yalınlık. Rüzgarda salınan başakları seyreder gibi her şeyi ve hiç bir şeyi düşünmeden dalıp gidiyorsun filme. Sonra bir bakmışsın, arkada simsiyah bir zemin, yazan yöneten oynayan diye yazılar geçiveriyor önünden. Ne anlatılmış olursa olsun bu son değişmez. Karanlık kalır geriye. Kiyarüstemi’nin kahramanları yalın bir iyiliğe sahip kişiler. Kötü olmak ellerinde değil yahut kötü olmaya ihtiyaç duymuyorlar gibi. Dosdoğru söyleniyor gerçekler, göze sokmadan, hayatın içinden bütün doğallığıyla. Arkadan dolanmadan, kumpasa girmeden.
Kötülüğü düşünüyorum sonra. Aynı anda ne çok musibet geliyor aklıma. Auschwitz’de, Treblinka’da Yahudileri gaz odasına sokan akıl almaz kötülük diyorum tam, ardından kendi öz kızına tecavüz eden adam geliyor, bunlar elbette farklı diyorum ama nereden bakarsan bak kaynağı aynı. Norveç’te eline aldığı makinalı tüfekle çoluk çocuk demeden yaz kampına gelmiş insanları tarayan adamla, güzelim gülüşlü bir genci döve döve öldüren polisin yarattığı kötülük de öyle. Düşünmeye başlayınca ardı arkası kesilmiyor örneklerin. Ben neredeyim bunlar olurken peki? Sinmiş ve korkak bir insanın gözleriyle bakmak istemiyorum ben hesap pusulama. Umut verdiğim insanların gözlerindeki ışıltıyla aydınlatmalıyım karanlıktaki yüreğimi. Dayak yemiş kadınları el ele tutuşturmalı, o birleşen ellerle çoktan unutulmuş savaşları yeniden başlatmalıyım.
Kirazın tadını hatırlatıp zalime, yürü benimle demeli, ver elini, vazgeç bu kötülükten. Sonra, git bu dağlardan kardeşim demeli, ne kendi ülkende ne de burada arama altını. Altın bu toprağın üzerinde yetişen zeytin. Girme derinlere, kaldır başını ve göğe bak. Kötülüğün musallat olmaması için kaçıp durmak yerine onun gözüne dimdik bakacak cesareti bulmalıyım içimde. Hayata adanmışlık ancak böyle olur. Tek bir hayat var ve onu kötülüğün cehenneminde harcamak neden. İnsanın tabiatı gereği iyi mi yoksa kötü mü olduğu sorusunun cevabını aramak beyhude bir çaba. Zaman kaybı. Tabiatını şekillendirmek, işte insani olan bu. İnsan olmak bu değilse başka hiç bir şey demek değil zaten. Dışarının avaz avaz bağıran kötülüğü içimdeki sesi bastırıyorsa, yapılması gerekeni aklımla, sezgilerimle tercih etmeliyim. “yaşadığımız dünyayı mümkün olan dünyaların en iyisi” yapmalı birlikte.
Kötüye göz yummak, nefes almayı unutturan huzursuzluğumuzun temeli bu, neye sahip olursan ol o feci huzursuzluğu içinden bir türlü söküp atamamak bundan.
Uzanıyorum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor yavaş yavaş, sayıklamaya başlıyorum: Benim bir vicdanım var, insani bir sorumluluğum var… Düşümde Kral Lear’ı görüyorum, Anthony Hopkins’in yüzü. Kendini fırtınanın ortasına atıyor, bağırıyor, kızıyor.
Ve siz, ey evreni sarsan gök gürültüleri,
Yamyassı edin şu semiz dünyayı o korkunç kükremenizle,
Paramparça edin doğanın insan döken kalıplarını,
Yok edin hemen nankör insan üreten tohumlarını !
Gözleri üzgün, büyük bir kötülüğe uğramış belli, derin bir hayal kırıklığıyla bana bakıyor. Ah Shakespeare diyorum, öldür onları, göster gününü bu rezil insanlara. Kırmıyor beni, tek tek öldürüyor Goneril’i, Regan’ı, Edmund’u, hepsini.
Uyku beni derinlere çekiyor. Huzur buluyorum.
Rapor: Cümlenin anlamını ve bütünlüğünü bozmadan düzenleme yapıldı.
Bu sabah Abbas Kiyarüstemi’nin The Wind Will Carry Us(Bizi Taşıyan Rüzgar) filmini izleyerek başladım güne. Film, on bin yıl önce oradaymış ve hep orada olacakmış gibi hissettiren, kendi içinde bütün dünyayı barındıran İran’da minicik bembeyaz bir dağ köyünde geçiyor. Telefona ihtiyaç yok, haber almak istediğin herkes yanı başında. Damlar ayrı, hayatlar beraber ve kapılar kilitsiz. Füruğ şiirleri var içinde; abartmadan, yeri geldiğinde ve ufacık çocuğuna seslenir gibi söylenen. Çocuk doğurmak nefes almak gibi. Dünyayı yerinden oynatmıyor, bebek doğuyor ve hayat öncesinde nasılsa öyle gidiyor; feveran, telaş yok. Doğadaki her canlı gibi dingin ve çığlıklar koparmadan. Ne kadar çabalasan da ulaşamadığın bir yalınlık. Rüzgarda salınan başakları seyreder gibi her şeyi ve hiçbir şeyi düşünmeden dalıp gidiyorsun filme. Sonra simsiyah bir zemin üzerinde yazan, yöneten, oynayan yazıları geçiveriyor önünden. Ne anlatılmış olursa olsun bu son değişmez; karanlık kalır geriye. Kiyarüstemi’nin kahramanları yalın bir iyiliğe sahip. Kötü olmak ellerinde değil yahut kötü olmaya ihtiyaç duymuyorlar. Dosdoğru söyleniyor gerçekler; göze sokmadan ve hayatın içinden. Arkadan dolanmadan, kumpasa girmeden.
Kötülüğü düşünüyorum sonra. Aynı anda ne çok musibet geliyor aklıma. Auschwitz’de, Treblinka’da Yahudileri gaz odasına sokan akıl almaz kötülük diyorum tam, öz kızına tecavüz eden adam geliyor. Bunlar elbette farklı ama nereden bakarsan bak kaynağı aynı. Norveç’te eline aldığı makinalı tüfekle çoluk çocuk demeden yaz kampına gelmiş insanları tarayan adamın da güzelim gülüşlü bir genci döve döve öldüren polisin yarattığı kötülük de öyle. Düşünmeye başlayınca ardı arkası kesilmiyor örneklerin. Ben neredeyim bunlar olurken peki? Sinmiş ve korkak bir insanın gözleriyle bakmak istemiyorum ben hesap pusulama. Umut verdiğim insanların gözlerindeki ışıltıyla aydınlatmalıyım karanlıktaki yüreğimi. Dayak yemiş kadınları el ele tutuşturmalı; o ellerle çoktan unutulmuş savaşları yeniden başlatmalıyım.
Kirazın tadını hatırlatıp zalime; yürü benimle, ver elini, vazgeç bu kötülükten demeli. Sonra, git bu dağlardan kardeşim demeli, ne kendi ülkende ne de burada arama altını. Altın bu toprağın üzerinde yetişen zeytin. Girme derinlere, kaldır başını ve göğe bak. Kötülüğün musallat olmaması için kaçmak yerine gözüne dimdik bakacak cesareti bulmalıyım içimde. Hayata adanmışlık ancak böyle olur. Tek bir hayat var, onu kötülüğün cehenneminde harcamak neden? İnsanın tabiatı gereği iyi mi yoksa kötü mü olduğu sorusunun cevabını aramak beyhude. Zaman kaybı. Tabiatını şekillendirmek, işte insani olan bu. İnsan olmak bu değilse başka hiçbir şey değil zaten. Dışarının avaz avaz bağıran kötülüğü içimdeki sesi bastırıyorsa; yapılması gerekeni aklımla, sezgilerimle tercih etmeliyim. “Yaşadığımız dünyayı mümkün olan dünyaların en iyisi” yapmalı birlikte.
Kötüye göz yummak; nefes almayı unutturan huzursuzluğumuzun temeli. Neye sahip olursan ol o feci huzursuzluğu içinden bir türlü söküp atamamak bundan.
Uzanıyorum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor yavaş yavaş, sayıklamaya başlıyorum: Benim bir vicdanım var, insani bir sorumluluğum var… Düşümde Kral Lear’ı görüyorum, Anthony Hopkins’in yüzünü. Kendini fırtınanın ortasına atıyor, bağırıyor, kızıyor.
Ve siz, ey evreni sarsan gök gürültüleri,
Yamyassı edin şu semiz dünyayı o korkunç kükremenizle,
Paramparça edin doğanın insan döken kalıplarını,
Yok edin hemen nankör insan üreten tohumlarını!
Gözleri üzgün, büyük bir kötülüğe uğramış belli. Derin bir hayal kırıklığıyla bana bakıyor. Ah Shakespeare diyorum, öldür onları, göster gününü bu rezil insanlara. Kırmıyor beni, tek tek öldürüyor Goneril’i, Regan’ı, Edmund’u, hepsini.
Uyku beni derinlere çekiyor. Huzur buluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder