SOSYAL MEDYA

31 Mart 2021 Çarşamba

Selda S. Acar - Kırmızı Kuş

 

KIRMIZI KUŞ

Kendimi dışarı atıyorum. Daha gün, tüm belirliliği ile gelmeden, daha bana kaçacak yer bırakmadan, herkes tembel uykudayken, uyuşmuş bedenimi sürüklüyorum. Adımımı atar atmaz, bir anda her şey değişiyor. Gün boyu eşyaların arasında gizlenen güneş, karşımda çırılçıplak parlıyor. Gözlerim kamaşıyor, yüzümün ince tüyleri dahi ona yönelirken, duyargaları hareketlenen garip bir canlı gibiyim. Kendimi ona teslim edip, yürümeye başlıyorum. Evden uzaklaştıkça hafifliyorum, artık dizlerim ağrımıyor. Önce bildiğim sokaklardan geçiyorum. Yanımdan geçenlere, onların dilinde günaydın deyip gülümsüyorum. Burada herkes, birbirini gördüğü an hatırını soruyor, biz unuttuk artık. O yüzden, bu ilgi bir an şaşırtıyor. İnsan kendine sormadan edemiyor: -İyi miyim acaba?- Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Ama bilmediğin bir ormana girecek kadar güvenli mi? Ya o filmlerdeki gibi sapıklar çıkarsa karşına? Kimsenin haberi bile olmaz nerede olduğundan, başına ne geldiğinden… Bir evin önünde bilge Konfüçyüs’la karşılaşıyorum. Elindeki rüzgâr gülü ile sorumu yanıtlıyor, okun ucu ormanı gösteriyor. Çevresindeki kurbağa ve bahçe cüceleri, onun anlattığı kadim bilgileri ilgiyle dinliyorlar. Ben de kalıp dinlemek isterdim, ama gitmem gerek. Orman, tılsımlı bir şekilde kendine çekiyor… Koca koca ağaçlar, büyülü bir dünyanın kapısındaki gardiyan gibiler. “Cesur musun, değil misin?”  İçerden, en derinlerden,  soğuk esintiye karışmış bahar kokusu geliyor. Kalbim çarpıyor; heyecandan mı, yürümekten mi, korkudan mı? Köprünün üzerinde biraz bekliyorum, gelen giden olacak mı diye bakınıyorum. Köprünün altında garip bir şeyle göz göze gelip çekiliyorum, o da geri çekiliyor, hissediyorum. Uzaydan gelen ince uzun boyunlu,  donuk mavi gözlü bir canlı beliriyor zihnimde bir an. İkimiz de tekrar uzatıyoruz başımızı. Kocaman gri bir balıkçıl, uzun boynunu çevirmiş bana bakıyor. -Asıl sen ne arıyorsun burada?  Bana aldırmıyor, “cık, cıkkk” diyerek ciddiyetle işine devam ediyor. O an karşımdaki manzaranın, olağanüstü halini fark ediyorum. Nehir, gel-gitten çekilmiş, daha birkaç gün önce suyla kaplı yerler, balçığa dönüşmüş. Gerçeği örten örtü kalkmış, içinde gizlediği her şey görünüyor. Bir bisiklet çatlamış çamurlara dikey çakılmış, öylece kalmış. İleride araba tekerleği, pet şişeler, medeniyet… Manzara, artık mükemmel değil. Bay bilmiş balıkçılın etrafı, su kabarcıklarıyla dolu. Aşağıda, çamurun içine sıkışıp kalmış minik hayvanlar, kurtarılmaları için mesaj gönderiyorlar dünyanın geri kalanına. Ama bu mesaj, celladına ulaşıyor belli ki… Demek ki sadece içinde bulundukları suya değil,  daha uzaklara, Ay’a baksalar,  yaşamları kurtulacak, haberleri yok… İleride nehrin, damar damar yayılmış kollarına vuran ışık dans ediyor. Bu sular bilmediğim yerlerde denize ulaşıyor, ya denizler? Köprünün öte tarafında, buralarda pek görülmeyen, çok katlı bir bina var. Oradan gözlendiğimi hissediyorum. Yaşlı bir çift, ormana girip giremeyeceğimi izliyorlar belki, belki iddiaya girdiler. Bizim ırmaklara benzemeyen nehir, bu değişik kuş, suyun altında kim bilir hangi garip canlılar, başka bir evrendeyim… Ama aklım hâlâ ormanda… Evdekilerden kimse oraya gitmemiş, merakları yok. Ama ben gitmeliyim, görmeliyim. Köprüden dönemem, “Girişine kadar gittim, ama cesaret edemedim” diyemem kendime. İddiayı kaybettin yaşlı adam… Sonunda iki kadın, hararetle sohbet ederek, rüzgârda savrulan pembe çiçekli oya ağaçlarının ardından çıkageliyor ve önümden geçip, yürüyüşlerine devam ediyorlar. Ben de aradığım fırsatı bulup dalıyorum arkalarından. O kadar da zor değilmiş işte… Gardiyanlar, yol veriyor. O bilinmezlik, mıknatıs gibi daha derine çekiyor. Kadınlarla, arayı açıyorum bilerek. Yolun iki tarafı birbirine kavuşmaya çalışan, sevdalı ağaçlarla kaplı. Özgürlüğü içime çekiyorum. Yürümek değil koşmak istiyorum. Kendi kendime gülmeye, kahkahalar atmaya başlıyorum. Yerimde duramıyorum, ilk defa koşan bir çocuğun heyecanıyla, hiç düşünmeden bir anda koşmaya başlıyorum. O kadar güçlüyüm ki o an; her şeyi yapabilirim, yeni kararlar alabilir, her şeyi değiştirebilirim… Beynimin tüm uyuşmuş hücrelerine hava giriyor, umut, neşe giriyor… Dev ağaçların üzerine vuran  ışık, içimde bir şeyleri canlandırıyor. Derinlerden, neftîliklerin arasından  bir kuş, arkadaşlığa dair bir arya söylüyor. Bir çıtırtıyla irkiliyorum.  Sincaplar, ormanlarına giren yabancıyı merakla izlerken, fısıldıyorlar. “Devam edebilecek mi?” “Bu biraz deliye benziyor, gider bence…” Bu devirde, internetin, telefonun olmadan, bilmediğin bir yere gitmek, delilik sayılabilir, haklısınız, diye yanıtlıyorum. Sıçrayıp, kuyruğunu havalandırarak döne döne ağaca tırmanırken  ardından bağırıyorum; Ne demiş üstat Henry D. Thoreau  “Herkesle vedalaşıp geri dönmemeye hazırsanız, o halde özgür bir adamsınız , o halde yürümeye hazırsınız demektir.”  O halde? Daha yükseklere çıkıyorlar. Oradan benim görmediğim yerleri, belki nehrin denize kavuştuğu yeri görüyorlar. Gözlerimi daha çok açıp, devam ediyorum hayretle etrafa bakmaya. Ürkek bir ceylan da görebilir miyim? Şimdiye kadar hiç görmediğim bir şeyle karşılaşabilir miyim? Yolun kenarındaki ağaçlar seyreldi, bir tabela var ileride. Hiyeroglif gibi bir göz resminin altında bir yazı: “ Burası devamlı izlenmektedir. Güvenliğe aykırı bir durum görürseniz, bizimle işbirliği yapın.” Az önceki esrik halimin, monokrom kamera görüntüleri beliriyor zihnimde, umurumda değil. İleride, uzun, görkemli bir girişin önünde bir tabela daha: “Özel mülktür, girilmez” Mükemmel, mutlu, ihtişamlı, güvenlikli, tek tip Amerikan evlerine rastlamam uzun zaman almıyor. Hem bir yanım rahatlıyor, hem üzülüyorum o yabanıllığı kaybettiğim için. Evler ormana serpiştirilmiş. Demir parmaklıkların ardında, ağaçların arasında görünen, bakımsızlıktan parlak yosunla kaplanmış bir şelale ve bir bank, bahar yaklaştığı halde,  hâlâ sonbaharda kalmışlar. Etrafta kimsecikler yok, herkes ya evinde ya işinde. O bankta,  evdekilerden gizli yaşadığımı, onlar gibi unutulduğumu, sırt üstü uzanıp bulutları izlediğimi, şelaleden damlayan nazlı suyun eşliğinde gün boyu, hatta bir ömür boyu kitap okuduğumu hayal ediyorum. Bir an parmaklığa tırmanmak geçiyor içimden. Aklıma tabela geliyor, izlendiğim hissiyle yürümeye devam ediyorum. İleride kavşağın ortasında heybetli bir manolya, güçlü dallarıyla karşılıyor beni. Göğe ulaşmaya o kadar hevesli ki… Heykel gibi girintili çıkıntılı kolları, yukarı doğru yol bulamayınca, bir süre yatay gidip, dirsek çıkıp, yine de güneşe kavuşmuş. Hatta o noktada yere kök salmış, koca bir imparatorluk kurmuş kendine. Adını “Umut Ağacı” koyuyorum. Bizim için kısa, onlar içinse bir ömür olan sürede, kimsenin ulaşamadığı muhteşem kokularını boşluğa yayıp, sonra yavaş yavaş kendi kendine solan, asil manolya çiçekleri var aralarda. Kollarımın kavuşmadığı yaşlı, taşlaşmış, bilge gövdesindeki körpecik yapraklarını, gençlik heyecanını okşuyorum. Kim bilir yerden ve gökten hangi bilgiler akıyor özsuyunda? Kim bilir kim, ne zaman dikti bu ağacı?  İki genç âşık mı ? Manolya büyürken ne oldu aşklarına? Afrikalı bir köle mi? Can suyunu verirken, daha insanca bir yaşam mı diledi? Yıldızların altında,  koynunda yatarken, yüzlerce yıldır neler gördüğünü, neler yaşadığını, o fırtınaları nasıl atlattığını, nasıl erdiğini fısıldasa bana… “Majesteleri…” diye önünde saygıyla reverans yapıp, körpe töze, bir buse kondurup vedalaşıyorum. Daralmış yolda ilerlerken, mıhlanmış gibi yerimde kalıyorum. Alt üst oluyorum, gözlerim doluyor, olduğum yere çöküp kalıyorum. Sarsıla sarsıla ağlamak istiyorum… Derinlerden bir koku geliyor. Uzaktan gelen bir flüt sesi gibi yol alıyor havada. Neyin kokusu bu? Nerede, ne zaman, hangi yaşanmışlığın? İçimdeki dalga kabarıyor. Bakınıyorum, etrafta kimse yok. Kenara, o el değmemiş gölgeler içindeki koruya sürüklerken bedenimi, kokuyu ciğerlerime kadar çekiyorum, çektikçe gözümden yaşlar boşanıyor. Bir anda hiç görmediğim kırmızı bir kuş, tepemdeki dala konuyor. Ötmeye başlıyor; -Evet, çok uzak diyarlardan… Evet, çok uzak zamanlardan bir koku bu… Evet, yabanıl… Evet, zaptedilemez… Evet, unutmadığın…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Feridun Andaç

  KENDİ BAKIŞINDA BİR SES OLABİLMEK                                                                                                         ...