KIRMIZI KUŞ
Kendimi dışarı atıyorum. Daha gün, tüm belirliliği ile
gelmeden, daha bana kaçacak yer bırakmadan, herkes tembel uykudayken, uyuşmuş
bedenimi sürüklüyorum. Adımımı atar atmaz, bir anda her şey değişiyor. Gün boyu eşyaların arasında
gizlenen güneş, karşımda çırılçıplak parlıyor. Gözlerim kamaşıyor, yüzümün ince
tüyleri dahi ona yönelirken, duyargaları hareketlenen garip bir canlı gibiyim.
Kendimi ona teslim edip, yürümeye başlıyorum. Evden uzaklaştıkça hafifliyorum,
artık dizlerim ağrımıyor. Önce bildiğim sokaklardan geçiyorum. Yanımdan
geçenlere, onların dilinde günaydın deyip gülümsüyorum. Burada herkes,
birbirini gördüğü an hatırını soruyor, biz unuttuk artık. O yüzden, bu ilgi bir
an şaşırtıyor. İnsan kendine sormadan edemiyor: -İyi miyim acaba?- Kimse
kimseyi rahatsız etmiyor. Ama bilmediğin bir ormana girecek kadar güvenli mi?
Ya o filmlerdeki gibi sapıklar çıkarsa karşına? Kimsenin haberi bile olmaz
nerede olduğundan, başına ne geldiğinden… Bir evin önünde bilge Konfüçyüs’la
karşılaşıyorum. Elindeki rüzgâr gülü ile sorumu
yanıtlıyor, okun ucu ormanı gösteriyor. Çevresindeki kurbağa ve bahçe cüceleri, onun
anlattığı kadim bilgileri ilgiyle dinliyorlar. Ben de kalıp dinlemek isterdim, ama gitmem gerek.
Orman, tılsımlı bir şekilde kendine çekiyor… Koca koca ağaçlar, büyülü bir
dünyanın kapısındaki gardiyan gibiler. “Cesur musun, değil misin?” İçerden, en derinlerden, soğuk esintiye karışmış bahar kokusu geliyor.
Kalbim çarpıyor; heyecandan mı, yürümekten mi, korkudan mı? Köprünün üzerinde
biraz bekliyorum, gelen giden olacak mı diye bakınıyorum. Köprünün altında
garip bir şeyle göz göze gelip çekiliyorum, o da geri çekiliyor, hissediyorum.
Uzaydan gelen ince uzun boyunlu, donuk
mavi gözlü bir canlı beliriyor zihnimde bir an. İkimiz de tekrar uzatıyoruz
başımızı. Kocaman gri bir balıkçıl, uzun boynunu çevirmiş bana bakıyor. -Asıl
sen ne arıyorsun burada? Bana
aldırmıyor, “cık, cıkkk” diyerek ciddiyetle işine devam ediyor. O an karşımdaki
manzaranın, olağanüstü halini fark ediyorum. Nehir, gel-gitten çekilmiş, daha birkaç
gün önce suyla kaplı yerler, balçığa dönüşmüş. Gerçeği örten örtü kalkmış,
içinde gizlediği her şey görünüyor. Bir bisiklet çatlamış çamurlara dikey
çakılmış, öylece kalmış. İleride araba
tekerleği, pet şişeler, medeniyet… Manzara, artık mükemmel değil. Bay bilmiş
balıkçılın etrafı, su kabarcıklarıyla dolu. Aşağıda, çamurun içine sıkışıp
kalmış minik hayvanlar, kurtarılmaları için mesaj gönderiyorlar dünyanın geri
kalanına. Ama bu mesaj, celladına ulaşıyor belli ki… Demek ki sadece içinde
bulundukları suya değil, daha uzaklara,
Ay’a baksalar, yaşamları kurtulacak,
haberleri yok… İleride nehrin, damar damar
yayılmış kollarına vuran ışık dans ediyor. Bu
sular bilmediğim yerlerde denize ulaşıyor, ya denizler? Köprünün öte tarafında,
buralarda pek görülmeyen, çok katlı bir bina var. Oradan gözlendiğimi
hissediyorum. Yaşlı bir çift, ormana girip giremeyeceğimi izliyorlar belki,
belki iddiaya girdiler. Bizim ırmaklara benzemeyen nehir, bu değişik kuş,
suyun altında kim bilir hangi garip canlılar, başka bir evrendeyim… Ama aklım hâlâ ormanda… Evdekilerden kimse oraya gitmemiş, merakları
yok. Ama ben gitmeliyim, görmeliyim. Köprüden dönemem, “Girişine kadar gittim,
ama cesaret edemedim” diyemem kendime. İddiayı kaybettin yaşlı adam… Sonunda
iki kadın, hararetle sohbet ederek, rüzgârda
savrulan pembe çiçekli oya ağaçlarının ardından çıkageliyor ve önümden geçip,
yürüyüşlerine devam ediyorlar. Ben de aradığım fırsatı bulup dalıyorum
arkalarından. O kadar da zor değilmiş işte… Gardiyanlar, yol veriyor. O
bilinmezlik, mıknatıs gibi daha derine çekiyor. Kadınlarla, arayı açıyorum
bilerek. Yolun iki tarafı birbirine kavuşmaya çalışan, sevdalı ağaçlarla kaplı.
Özgürlüğü içime çekiyorum. Yürümek değil koşmak istiyorum. Kendi kendime
gülmeye, kahkahalar atmaya başlıyorum. Yerimde duramıyorum, ilk defa koşan bir
çocuğun heyecanıyla, hiç düşünmeden bir anda koşmaya başlıyorum. O kadar
güçlüyüm ki o an; her şeyi yapabilirim, yeni
kararlar alabilir, her şeyi değiştirebilirim… Beynimin tüm uyuşmuş
hücrelerine hava giriyor, umut, neşe giriyor… Dev ağaçların üzerine vuran ışık, içimde bir şeyleri canlandırıyor.
Derinlerden, neftîliklerin arasından bir kuş, arkadaşlığa dair bir arya söylüyor.
Bir çıtırtıyla irkiliyorum. Sincaplar,
ormanlarına giren yabancıyı merakla izlerken, fısıldıyorlar. “Devam edebilecek
mi?” “Bu biraz deliye benziyor, gider bence…” Bu devirde, internetin, telefonun
olmadan, bilmediğin bir yere gitmek, delilik sayılabilir, haklısınız, diye
yanıtlıyorum. Sıçrayıp, kuyruğunu havalandırarak döne döne ağaca
tırmanırken ardından bağırıyorum; Ne
demiş üstat Henry D. Thoreau “Herkesle vedalaşıp geri dönmemeye
hazırsanız, o halde özgür bir adamsınız , o halde yürümeye hazırsınız
demektir.” O halde? Daha yükseklere
çıkıyorlar. Oradan benim görmediğim yerleri, belki nehrin denize kavuştuğu yeri
görüyorlar. Gözlerimi daha çok açıp, devam ediyorum hayretle etrafa bakmaya.
Ürkek bir ceylan da görebilir miyim? Şimdiye kadar hiç görmediğim bir şeyle
karşılaşabilir miyim? Yolun kenarındaki ağaçlar seyreldi, bir tabela var ileride. Hiyeroglif gibi bir göz resminin altında bir
yazı: “ Burası devamlı izlenmektedir. Güvenliğe aykırı bir durum görürseniz,
bizimle işbirliği yapın.” Az önceki esrik halimin, monokrom kamera görüntüleri
beliriyor zihnimde, umurumda değil. İleride,
uzun, görkemli bir girişin önünde bir tabela daha: “Özel mülktür, girilmez”
Mükemmel, mutlu, ihtişamlı, güvenlikli, tek tip Amerikan evlerine rastlamam
uzun zaman almıyor. Hem bir yanım rahatlıyor, hem üzülüyorum o yabanıllığı
kaybettiğim için. Evler ormana serpiştirilmiş. Demir parmaklıkların ardında,
ağaçların arasında görünen, bakımsızlıktan parlak yosunla kaplanmış bir şelale
ve bir bank, bahar yaklaştığı halde, hâlâ sonbaharda kalmışlar. Etrafta kimsecikler yok,
herkes ya evinde ya işinde. O bankta,
evdekilerden gizli yaşadığımı, onlar gibi unutulduğumu, sırt üstü uzanıp
bulutları izlediğimi, şelaleden damlayan nazlı suyun eşliğinde gün boyu, hatta
bir ömür boyu kitap okuduğumu hayal ediyorum. Bir an parmaklığa tırmanmak
geçiyor içimden. Aklıma tabela geliyor, izlendiğim hissiyle yürümeye devam
ediyorum. İleride kavşağın ortasında heybetli
bir manolya, güçlü dallarıyla karşılıyor beni. Göğe ulaşmaya o kadar hevesli
ki… Heykel gibi girintili çıkıntılı kolları, yukarı doğru yol bulamayınca, bir
süre yatay gidip, dirsek çıkıp, yine de güneşe kavuşmuş. Hatta o noktada yere
kök salmış, koca bir imparatorluk kurmuş kendine. Adını “Umut Ağacı” koyuyorum.
Bizim için kısa, onlar içinse bir ömür olan sürede, kimsenin ulaşamadığı
muhteşem kokularını boşluğa yayıp, sonra yavaş yavaş kendi kendine solan, asil
manolya çiçekleri var aralarda. Kollarımın kavuşmadığı yaşlı, taşlaşmış, bilge
gövdesindeki körpecik yapraklarını, gençlik heyecanını okşuyorum. Kim bilir yerden ve gökten
hangi bilgiler akıyor özsuyunda? Kim
bilir kim, ne zaman dikti bu ağacı?
İki genç âşık mı ? Manolya büyürken ne
oldu aşklarına? Afrikalı bir köle mi? Can suyunu verirken, daha insanca bir
yaşam mı diledi? Yıldızların altında,
koynunda yatarken, yüzlerce yıldır neler gördüğünü, neler yaşadığını, o
fırtınaları nasıl atlattığını, nasıl erdiğini fısıldasa bana… “Majesteleri…”
diye önünde saygıyla reverans yapıp, körpe töze, bir buse kondurup
vedalaşıyorum. Daralmış yolda ilerlerken, mıhlanmış gibi yerimde kalıyorum. Alt
üst oluyorum, gözlerim doluyor, olduğum yere çöküp kalıyorum. Sarsıla sarsıla
ağlamak istiyorum… Derinlerden bir koku geliyor. Uzaktan gelen bir flüt sesi
gibi yol alıyor havada. Neyin kokusu bu? Nerede, ne zaman, hangi yaşanmışlığın?
İçimdeki dalga kabarıyor. Bakınıyorum, etrafta kimse yok. Kenara, o el değmemiş
gölgeler içindeki koruya sürüklerken bedenimi, kokuyu ciğerlerime kadar
çekiyorum, çektikçe gözümden yaşlar boşanıyor. Bir anda hiç görmediğim kırmızı
bir kuş, tepemdeki dala konuyor. Ötmeye başlıyor; -Evet, çok uzak diyarlardan…
Evet, çok uzak zamanlardan bir koku bu… Evet, yabanıl… Evet, zaptedilemez… Evet, unutmadığın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder