SOSYAL MEDYA

27 Ocak 2021 Çarşamba

Deniz Zeka - Terzi Mişel


TERZİ MİŞEL

Sabahın, erken saatleriydi telefonum çalıyordu, annemdi arayan. Ne için aradığını tahmin ediyordum. Günlerdir Terzi Mişel hastanedeydi. Sanırım uğurlama vakti gelmişti. Telefonu açtığımda annem sadece “İlk uçağa bin,” dedi. Hiçbir şey sormadım “Tamam,” diye kapattım telefonu. Sırt çantama birkaç parça eşya attım, biletimi ayarladım ve yola çıktım.

Geçen hafta da gitmiştim. Torunlarını görmek ona çok iyi geliyordu. Hepimiz yanındaydık, kahkahalarla dolu bir öğleden sonra geçirmiştik. Hastane odasındaki yatağının üstüne oturmuş bir sürü muziplik düşünmüştü, bizi hâlâ güldürebiliyordu. Çocukluğumuzun büyücüsüydü o. Dikiş makinesinin çekmecelerini hızlı hızlı açıp kapaması, boynundaki mezurası, raftan pat diye tezgahın üstüne attığı kumaşı hızlı hızlı döndürerek ölçmesi ve hiç bozmadan kesmesi inanılmaz bir büyüydü bizler için. O herkes gibi bizim için de Terzi Mişel’di. Çocukluğumuzun taçsız kralıydı. Dükkânının çok yakınında lunapark olmasına karşın hiç dönüp bakmazdık oraya... Hastanede güldük, oynadık, hüzünlendik ve bir süre sonra “yoruldum,” dedi “Yoruldum çocuklar, gelin azıcık yanıma oturun. Bakın size ne diyeceğim,” Hepimizi başına topladı. O buralardan çekip gittikten sonra arkasından yapacaklarımızı bir bir anlattı.

Bana düşen; bir günü dükkânda geçirmek ve orayı toplamaktı. Defterleri mutlaka almalıydım. Hani o üstünde “Ece ajandası yazan siyah defterleri,” Makinenin çekmecelerini aceleye getirmeden boşaltmalıydım. O defterlerdi benim mirasım. “Dükkânın önündeki masa sandalyeyi kaldırmayın,” dedi. Oraya kimler oturmazdı ki, dükkânın karşısındaki Ortodoks Kilisesi’nin papazı, arkadaki Ulu Cami’nin imamı, dükkânın üst katında oturan Müslüm Amca ya da bit pazarının en eski ayakkabı tamircisi Uzun Ali... Herkesin uğrak yeriydi orası ülkenin sorunlarından, mahallede olan en ufak bir değişikliğe kadar her şey konuşulurdu, o dilden bu dile atlanarak. Cümleye Arapça başlanır, Türkçe devam edilir, Kürtçe biterdi. Herkes anlardı birbirini. Kışın sıcak oralet içilir, yazın yapış yapış nemli, sıcak günlerinde ya buz gibi meyan kökü şerbeti içilir ya da içine kırmızı boya damlatılmış kürenmiş kar yığınlarına benzeyen bici bici yenilirdi. Hepsi bahaneydi önemli olan bir araya gelmekti. Hiç konuşmadan tahta sandalyede bacak bacak üstüne atmış iki arkadaş saatlerce uzaklara bakarlar sonra da “ya işte böyle,” derler ve ayrılırlardı. Orası, o dükkân ayrı bir yerdi.

Uçak havalandığında kafamı pencereye dayadım, kimseyle konuşmak istemiyordum, gözlerimi kapadım ve Terzi Mişel’i düşünmeye başladım. Daima şık, daima bakımlıydı, mis gibi kolonya kokardı. Saçları limonla yana doğru taranmış olurdu. Bu yetmezmiş gibi, arka cebinden çıkardığı ince dişli plastik tarakla arada bir kalıp gibi saçlarının üstünden geçerdi. Yaz kış giydiği açık renk takım elbiselerin içine büyük yakalı mongol gömlekler giyerdi.

Onun dükkânındaki her kumaş biçilmeyi bekleyen bir hayattı. Terzi Mişel’e elbise diktirmek kendini yeniden gözden geçirmek demekti. Duygularını tanımlamaktı, heveslerini ya da hayallerini belirleyip anlatabilmekti. İstediğin kumaşı, istediğin modelde diktiremezdin. Bazen ellerinde model kitaplarıyla gelenlere “Mecmuadaki gibi durmayabilir, bak bu kadının boynu seninkinden daha uzun, ya da sen çocuklara eğilip kalkarken bu kısalıktan rahatsız olursun,” diye uyarılarda bulunurdu. Evirir çevirir “Bi bakalım, gel biraz konuşalım,” derdi. Ece ajandası yazan defterlerine uzun uzun notlar alırdı. Sonra da o kişiyi ona uygun olan modele ikna etmiş bir şekilde dükkânın ortasına kaldırırdı, ölçü almak için. O sırada sadece birer sayı yazacağını düşünürdüm, oysa o daha uzun bir şeyler yazardı. “Omuzların niye bu kadar çöktü, sen neye üzüldün bu kadar haa?” diye usul usul konuşurdu. Kendi kendine mi konuşurdu o kişiye yönelik mi konuşurdu bilinmezdi. Ölçüsü alınan kişi “Efendim Mişel Amca, bi şey mi dedin?” diye sorduğunda “Yok yok, biraz omuzlarını kaldır bakıyım, şu portakal kokusunu bi içine çek ” diyerek kendi işine devam ederdi.

Öyle merak ederdim ki oraya neler yazdığını. Defterlerin bana geçeceğini öğrendiğimde işte bunun için çok sevindim, onlar benim için zengin birer hazineydi.

Onu uğurladıktan sonra dükkâna gidecektim, kapıyı açarken karşıdaki kilisenin papazına “Günaydın” diye seslenecek, kanaryayı kapının önüne çıkarıp “Naptın? Ha iyi misin?” diyecektim. İçerdeki küçük musluktan plastik bidona su doldurup, dükkânın önüne su serpip süpürecektim. Kapının önündeki masanın üstünü silip çay bardağına portakal çiçeği koyacaktım. Öyle severdi ki portakal çiçeklerini “Bilir misiniz?” derdi “Meyvesi üstündeyken çiçek açan tek ağaçtır. Deneyimle/ acemilik, yaşanmışlıkla/yaşanılacak, olgunlukla / tazelik bir arada” diye anlatır sonra da “Portakal çiçeği gibi olun emi kızım,” derdi. Şimdi daha iyi anlıyorum ne demek istediğini. Biliyorum, o defterleri açtığımda Terzi Mişel’i daha da iyi tanıyacağım.

Onu uğurlarken tüm ritüeller yerine getirildi, cenaze töreninden sonra sessizce Mişel’in evine döndük. Gelenlere Mişel’in en sevdiği kolonya olan Misket limonu ikram ediliyordu, her yer onun gibi kokuyordu. Bir an önce dükkâna gitmek istiyordum, ama annem “Bugün olmaz,” dedi. Onun odasına girdim, yatağına uzandım.

Sabah kalktım, anahtarı aldım ve dükkâna gittim. Onun yaptığı her şeyi aynı sırayla yaptım. Dikiş makinesinin yan tarafındaki dolabı açtım, öyle çok defter vardı ki, en üsttekini aldım onun sandalyesine oturdum ve rastgele bir sayfayı açtım. Ben de sadece kişilerin adını ve ölçülerini bulacağımı sanıyordum ki, bambaşka bir dünyaya düşüverdim. Sayfaların üstüne Asi... Asi, Ateş Üstünde Yürümek, Emir Bey'in Kızları, Islak Güneş, Kaçış... gibi başlıklar yazılmıştı. Bu başlıkların altında ise çeşitli açıklamalar: Delişmen, Gururlu, Kalbi kırık, Pişman, Örselenmiş, Hüzünlü, Hercai, İçli, Kırılgan, Katı... bambaşka bir dünyanın içindeydim. Her bir sayfa başka bir hikâyeydi. Birisini açtım ve okumaya başladım.

...

“Raşel- Bez Yapışkan Tela- Kırık Beyaz hiç kalmadı. Hemen al.

Uzun Ali’nin kızı Fato – Kalbi kırık: Göğüs: 100 cm kapatmış kendini / Örselenmiş: Bel: 84 hayatın yükü onun üstünde /ama gururlu

Niye bu limon sarısı kumaşı seçti? Çok canlı / Pırıl pırıl hayatını değiştirmek istiyor artık sanırım.

Dün ölçüsünü alırken limana, doğru dalgın dalgın baktı. Acaba yıllar önce balığa çıkan kocasının bi daha dönmediği o tarafa bakarak onunla son bi defa konuşup vedalaştı mı?

Elbise bitti/ Uzun Ali’nin kızı üçüncü provaya gelmedi, ama ikinci provadaki değişikliklere göre bitirdim elbiseyi. Bugün Uzun Ali geldi. (Elbise biteli bir hafta oldu.) Kızı evlenmiş/ İstanbul’a gitmiş. “El öpmeye uğrar sana, elbisesini kendi alır.” dedi.

Dayanamadım bir sayfa daha...

“Emir Bey ve Kızları geldi. Kızlar mahçup, arkasından sessiz sessiz girdiler dükkâna. Emir Bey her zamanki gibi sert, çelik gibi bakışlarla “Günaydın,” dedi. Tek eli cebinde kumaşlara doğru yürüdü. Siyah ingiliz kumaşına yaklaştı. Baktı, dokundu sonra en üstteki kumaş topunun köşesini avucunun içine aldı ve okşamaya çalıştı. Hep hareketli kumaşlara gidiyor. Ona yıllarca anlatamadım. Hareketli kumaş bedenini esnek göstermez, boşuna uğraşma diye, ama anlatamadım. Katılaşmış bedenini kapatır sanıyor. Kapatmaz, kapatmaz Emir Bey.

Katılaşmış: Omuz /110 hiç esnemiyor. Sevdiğini hiç omzuna yatırmadın mı, okşamadın mı saçlarını / Bel: 90 gururlu kaskatı duruyor./ Beden; Dimdik/ hiç esneklik yok. Ehh be kardeşim, hiç mi eğilip bir çocuğu öpmedin. “

...

Öbür sayfayı çevirmeli miydim? Yoksa her hikâyeyi iyice sindirmeli miydim? Merakımı durduramıyordum. Bir sayfa daha açtım.

...

Ateş Üstünde Yürümek:

Ahh be kızım! Ahh be Mercan! Yapma, yapma kızım. Eğer sevmiyorsan o adamı ayrıl kızım. Başka birini seviyorken kocanın yanında olmaya çalışmak zor, kendini kandırma aşk bu hastalık değil ki geçsin. Geçmesi için onun yanında olman lâzım. Âşıksan ona, çek git yanına.

Bedenin kıvıl kıvıl, yerinde duramıyor. Ölçünü almak, sana “Hey be! Kim ne derse desin ben de varım,” diyen elbiseler dikmek çok çok güzel ama, ateş üstünde yürüyorsun.

Provaları hiç aksatmazdı, provalar onun evden kaçış biletiydi. Elbise bitti.

Son diktiğimiz kırmızı elbiseyi almaya gelmedi. Hayırdır inşallah... Kaçtın mı deli kız?”

Sayfaları daha fazla çeviremeyeceğim, bugünlük yeter. Bu defterleri evime götüreceğim ve tek tek okuyacağım.

Ahh, Terzi Mişel, sen nasıl bi adamsın, mahallenin makasısın; bitmeyen tartışmaları kesiveren, mahallenin ipisin ayrılanları birleştiren...

O sırada dükkânın önüne yaşlı bi köpek geldi oturdu. Sabahtan beri kapının önündeki sandalyede oturan kedi aşağıya indi köpeğe sürtüne sürtüne gerindi. Çaycı çocuk, tepsisini sallayarak oralet getirdi. Oraleti aldım. Kapının önüne oturdum. İçimden “Ya işte böyle,” dedim. Sen artık tatlı tatlı esen rüzgârda, kıyıya vuran dalgada, yere düşen portakal çiçeğinde, uzun uzun öten kanaryanın sesindesin. Güle güle terzi Mişel, güle güle...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Feridun Andaç

  KENDİ BAKIŞINDA BİR SES OLABİLMEK                                                                                                         ...