SAYIKLAMALAR
Tek
isteğim gitmekti.
Gün
sonunda hep kalanlar arasında buldum kendimi.
Tek
isteğim gitmekti. Vicdanî açıklama gereğini reddederek ve başımı öne
düşürmeden, taşımadan geride kalana yönelik pişmanlık. Sırf kendimi
hatırlayarak, kendime kanarak sırf, tek isteğim gitmekti. Yalnızca
rastlantısal, ayaküstü bağlara yetirerek sabrımı, her gün kaç kahır boyu
uzayarak nasıl büyürmüş beklemek, görmeden.
Gitmek.
İlk
gençlik cennetiydi. Her şey, yolun kendinden ibaretti. Hayatın insanla barışık
olduğuna inandığım bir çağın sarsılmaz kehanetiydi. Yollar herkese hep gitmek
için var sanırdım. Gidenlerin ardından yol gözlemek düştü payıma.
Ne
olur direksiyonu sağa kırmasam, düz devam etsem? Sağa hep kaybolunca gidilmez
mi? Belki de ben gereğinden fazla kaldım kendimde. Kendime yerleştim. Dizlerine
kadar uzamış memeleriyle üstünü örttüğü hayatın hayalî anılarıyla avunan
neneler kadar ezelden beriyim. Benim için gidecek bir yer, artık olmadığından
mı? Hep sağa gitmekten kaybolduysam peki? Volta atarak tamamladığım adım
sayılarından, su üstünden geçen yollar yaptıysam kendime?
Ne
olur bir kerecik düz devam etsem? Sorun etmediğimin sorumlusu olmaktan, bu
konserve dünyamın gök kubbesini taşımaktan yoruldum. Atlas vazgeçse!
Peki
ya Üzüm Teyze? O hiç gitmek istemez mi? Belki de o, gitmek kurbanıydı. Üzüm Teyze.
Asmalı bahçenin düşmüş salkımı. Mor çiçekli yeşil minderinin üstünde, dizlerine
çektiği muşambaya usul usul inerken kar taneleri, uzun yıllar önceki bir gitmek
yüzünden pişmandı. Bildiği tek gitmek hayali evdi belki. Var mıydı bir evi?
Tükenmez kalem, tespih, minik el
feneri
satarak, gidebileceği bir ev var edebilir miydi insan? Peki nerede? Ya insanın
evi neresi? Canları pahasına hızla sürerek arabalarını, bu insanlar, evlerine
mi gidiyorlar gerçekten? Bu kadar inceliksiz, bu kadar mutsuz, her şeye ait,
her şeyden hariç... Gidemedikleri dünyayı yemişlercesine, gözeneklerinden
dünyanın sızdığı, dünyanın kendini onlardan kustuğu insanlar. Bir an önce
yetişmeye çalıştıkları ne?
Kesilen
göbek bağının acısını hâlâ içlerinde taşıyanlardır belki de hep olduğu yerde
kalanlar. Gidip gelenler. Dönüp dolaşanlar. Anne neredeyse, küçük bir çocuğun
evinin de orası olması gibi, güvenli bir sevgiyle kuşatılmak muhtaçlığı mı, biz
hep kalanların hayatını bir hamster çarkına dönüştüren? Duvarlarla değil,
sevgilerle örmeliydik sınırı o hâlde. Tek mecburiyet, sevmek olmalıydı. Sağa
sevgiyle dönebilmeli, severek gidebilmeliydik.
İlk
gençliğin cenneti olan gitmekten kovulup, kaçmak hayalinin peşinde cehenneme
nasıl sürüklendik?
Sabahları,
bütün günün ve hatta hayatın uzun, çok uzun olduğuna dair tazelenmiş bir
inançla uyandığımdan, günbatımlarında yakalanıyorum aslıma. Yaşamak
dediğimizden geriye kalanların gerçekte nelerden ibaret olduğunu aşikâr eden
her şeyin, deniz durulunca, sessizlik boyu kıyıya vurması gibi.
Gitmek.
Nereye? Eve mi?
Her
akşam kendi mahşerime, hem de tam vaktinde yetişmek.
Solda
bir market var.
Yol,
yoldur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder