SOSYAL MEDYA

1 Nisan 2021 Perşembe

Feridun Andaç


 KENDİ BAKIŞINDA

BİR SES OLABİLMEK

 

 

                                                                                                                                 Şubat 2021

       

Bir bozgun havasında ülke. Aşınıyor her şey, dil ve zaman içinden konuşmak bile bozguna uğramış bir zamanın ruhunu anlamaya yetmiyor. İnsan ilişkileri lime lime… Yazılıp edilenlerin bu ülkenin ruhunu yansıtmaya yetmediği ortada. Herkes kendi acısıyla baş başa. Bir adım öne nasıl geçebilirim derdinde.

 

Yüzünüzü Anadolu’ya döndüğünüzde bambaşka bir seyirle yüzleşseniz de; orada da ikili hayatların yaşandığını gözlüyorsunuz. Aynı yerde iki ayrı zamanın ruhunu derinden hissediyorsunuz.

 

O sesi yakalayabilmek, o ruhu daha derinden hissedebilmek için adım adım 81 ili kat etmeye karar kıldım. Ne kadar sürer, beni nerelere taşır bilemem şimdiden. Anadolu’nun bu melez ruhunu gözlemek, çokkültürlü/çoksesli yanını gözlediklerimle yazmak derdim; dahası kendi sesimiz olabilmenin yolunun nerelerden gelip geçtiğini anlamak tüm derdim.

 

Bir tür “adım adım Anadolu”… Bir zamanlar Fikret Otyam’ın röportajlarına “gide gide” adını vererek Anadolu’yu kolaçan etmesi çok anlamlı gelir bana. Gerçi bugün artık o tarzda yazan, gezip eden yok. Gurmecikler, seyahat uzmanları çoğalalı beri Anadolu’nun vitrinine bakar oldu çoğumuz. Rahat döşekler, ağız tadında yemekler yemek için insanları yollara düşürme telaşı gene vahşi kapitalizmin bir oyunu değil midir?

 

“Bu ülke”, giderek “yok ülke”ye dönüşüyor; kimliksiz, kimsesiz, aidiyetsiz bir yer…

 

Uğradığı kazalar, başına gelenler; büyüyememe, çocukluktan çıkamama sanrısı, ruhunda yaratılan ikilemler, tersyüz edilen tarihigelinen yerin rengini anlatıyor bize aslında.

 

“Demokrasi”, “insan hakları”, “hukuk devleti” aşınan dilin oyuncağı artık.

 

Ayakların baş olduğu, payelendirildiği ülkede hiçbir şey yazmak gelmiyor içimden… Nâzım Hikmet’in şu şiirini okudukça daha çok uzaklaşıyorum içinden geçtiğimiz karanlıktan…

 

Kar Yağıyor 


Lambayı yakma, bırak, 
sarı bir insan başı 
düşmesin pencereden kara. 
Kar yağıyor karanlıklara. 
Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum. 
Kar... 
Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar... 
Ve şehir kör bir insan gibi kaldı 
altında yağan karın. 

Lambayı yakma, bırak! 
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların 
dilsiz olduklarını anlıyorum. 
Kar yağıyor 
ve ben hatırlıyorum. 

 

Ve dönüp, Cemil Meriç’in Bu Ülke’sini okuyorum yeniden. Tek kurtuluşun ancak okumak olduğunu düşünerek yol alıyorum. Çünkü bu ülkede kendi sesiniz olabilmenin ne denli zorlu bir uğraş gerektirdiğini biliyorum.

 

Aksu Bora - Berna Doğan Röportaj

 

 

AKSU BORA: “Annem için aklıma gelen ilk sıfat “CANLI” dır.

 

Röportaj: BERNA K. DOĞAN

 

YAZI AĞACI: Ozan bir annenin, hem de Yozgat’ta, Anadolu’nun bağrında 1950’lerde ozanlığa soyunmuş bir annenin kızısınız. Rahmetle andığımız Gülten Akın’ın onlarca kitabı var. Şair Gülten Akın’ı da soracağım ama Anadolu’da pek çok il gezmiş, dört çocuk büyütmüş anne Gülten Akın’ı anlatır mısınız biraz?

AKSU BORA: Annemin şiire başlaması ilk gençlik yıllarında, Ankara’da olmuş. Yozgat onun için çocukluk ülkesiydi, şiirine girmesi de böyledir.

İnsanın annesini anlatması zor, hele ölmüş bir anneyi. Ama onunla ilgili aklıma ilk gelen sıfat, “canlı”dır. Gülten Akın ölmedi, kalbimizde yaşıyor manasında değil, yaşadığı her günün hakkını veren, dünyaya dikkat kesilmiş biri olduğu için. Çok şeyle ilgilendi, çok şeyi merak etti, çok şey yaptı. Dediğiniz gibi hayatında çok göç var, çocuklar var, avukatlık, öğretmenlik… Şiirin yanında şiir değerlendirmeleri de yazdı, oyunları da var. Türk Dil Kurumu’nda çalıştığı dönemde hazırlanan (bence değeri yeterince bilinmemiş) Tarama ve Derleme Sözlüklerinde büyük emeği var ayrıca.

 

YAZI AĞACI: Gülten Akın “Kestim Kara Saçlarımı” ile bir duruşa, bir direnişe başlama sloganı atar adeta. “Eksik Yapı” şiirinde de “tümsü” sözcüğünü kullanır kadın ve erkek birlikteliği için. “Bu hem kara hem kadın, şaşma/ Tümsü olurlar bir beyaz bir kara” yani tüm değil, tüm gibi. Bu durumda Gülten Akın’ın “kadın” duruşundan söz eder misiniz?

AKSU BORA: O sloganı “Bir şeycik olmadı, deneyin lütfen”le başka bir düzleme taşır o şiirde ve bence şiirin sonraki dizeleri, “Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım” diye devam edenlerin politik duygusu daha güçlüdür.

Annem ilk şiirlerinden başlayarak hep “iç” ile “dış” arasındaki gerilimin farkındadır- kendi biricik deneyimini dünyanın içine yerleştirir. Bu bakımdan, “kişisel olan politiktir” mottosunu bilmezken de biliyormuş, öyle anlıyorum.

 

YAZI AĞACI: Kadın duruşunu, kadın ana, kadın sevgili, kadının çilekeş yönünü taşırken şiirlerine, ozan Gülten Akın çocuklarını da etkiler elbette. Siz buna örneksiniz. Feminizm üzerine yaptığınız araştırmalar, yayınladığınız kitaplar ortada. Gülten Akın’ın bu dik kadın duruşu feminist araştırmalarda sizi nasıl etkiledi, nasıl yönlendirdi?

 

AKSU BORA: Annelerle kızları arasındaki ilişki karmaşık ve zorlu bir ilişkidir, bilirsiniz. Annemin beni nasıl etkilemiş olduğu üzerine sizin kadar net bir fikrim yok. Başka bir yerde yazmıştım, onun bir sürü şeyle uğraşırken bir yandan da yazmış olması, yazmanın kolay bir şey olduğunu sanmama sebep olmuş ve bana bir tür cahil cesareti vermiş olabiliryazmaktan hiçbir zaman korkmadım.

Feministlik benim için annemin izinden gitmek değil, ondan farklılaşmaktı. Öyle olmadığını anlamam çok sonra eski hesapları yeniden açtığım zaman oldu. Yetişkinken, biraz daha olgun ve epeyce sakinleşmişken. Belki merakı, yaşama iştahı etkilemiştir beni, aynı anda bir sürü şeyin yapılabileceğini öğrenmişimdir ondan.

 

 

YAZI AĞACI: Feminizm, kadınlar, kadınların sınıfsal durumu hakkında çalışmalar yapmış bir akademisyensiniz. Biraz da bize kendinizden, Prof.Dr. Aksu Bora’dan söz eder misiniz?

AKSU BORA: Meraklı ve çalışkan biriyim. Hep öğrenci oldum- galiba hiçbir zaman “hoca”lık konumunda hissetmedim kendimi. Bana öyle hitap ettiklerinde bir yanlışlık var gibi gelir hâlâ. Pek parlak bir hoca da olamadım zaten, daha iyi yaptığım şey, araştırmaydı. Ve yazmayı çok sevdim, hâlâ da seviyorum.

 

YAZI AĞACI: İnsan egemen bir toplumda yaşamıyoruz ne yazık ki. Erkek egemen derken kadınları ihmal ediyoruz. Kadınları önceleyelim derken erkekleri zavallılaştırıyoruz. İnsan egemen bir topluma nasıl geçebiliriz sizce?

AKSU BORA: Erkekler pek de zavallı gibi gelmiyorlar bana. Size öyle mi geliyor?

 

YAZI AĞACI: Kadın duruşunu önce tutan ozan bir annenin kadınların sınıfsal durumlarını, feminist bakış açısını ortaya koyan bir kadınsınız. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne de denk gelen bu sayımızda kadın cinayetleri konusunda sizin de düşüncelerinizi almak istiyorum. Kadınlar nasıl bu kıyımlardan, ölümlerden, katliamlardan kurtarılabilir?

AKSU BORA: Feminist mücadeleye inanıyorum, kadınların kurtarılmasından çok.

Kadınların kendi kaderlerini ellerine almalarına, bir araya gelip dayanışmalarına, örgütlenmelerine, itiraz etmelerine… Feminizm benim için bu anlama geliyor ve kadınların kurtuluşunun burada olduğunu düşünüyorum.

 

 

 

YAZI AĞACI: Son söz ne söylemek istersiniz Yeni Albatros okurlarına…

AKSU BORA: Bir edebiyat dergisi okuduklarına göre, edebiyatın gücünün farkındadırlar, değil mi? Bunu hatırlatmak isterim sadece.

 

Fatih Arpat Yazı Ağacı Okurlarına

 YAZI AĞACI’NDAN OKURLARA

  

Yuvası deniz olan bir kuş ismiyle çıktık ilk yola. Kuşun isminden ziyade kanatları önemliydi bizim için. İki büyük kanat vardı üzerimizde; ikisi de edebiyat dünyamıza büyük gönül vermiş, biri bu uğurda saçlarını, diğeri sakallarını ağartmış, iki güzel insan, tuttular kollarımızdan, iki koca kanat, uçtuk geldik bir ağacın dalına konduk.

Sonra cümbür cemaat ağaç olduk.

Yazı Ağacı.

Bir adada yaşıyoruz, hepimiz.

Bizler genç kalemleriz, ağaç bizim evimiz.

Ağaç en nihayetinde doğanın olduğundan, ee yani bizler de en nadide parçası, ey insan, sevdim seni, bu ev bizim, hepimizin.

Kimi gelsin salıncak kursun, kimi gelsin altında dinlensin, kimi de meyvelerinden karnını doyursun.

Artık bir evimiz olsun, istedik, uç uç nereye kadar denizin üzerinde, geldik bir adaya konduk, ağaç olduk, güzel de bir ağaç olduk.

Hem şimdi uçmak bir yaprağın gölgesinde, uçmak var, her mevsim uçmak ve denize konmak, gitmek gidebildiğin yere...

Çok güzel olduk, çok da iyi olduk, kimsenin şeyine kimse karışamaz, bizi en sert lodos vursa da yıkamaz.

Hem yıksa ne olacak.

En nihayetinde gideceğimiz yer, eski evimiz, deniz...


Fulya Eyilik

 Kitaplar





Saniye Kısakürek

 

 Işık 

 

Gün dağıldı yeryüzüne

 

Ağır, kara dumanlarıyla

Mavi otobüslerde işçiler

 

Ve işçilerin ellerinde

Çekiç izleri, dillerinde ışığın sevinci

 

Dalgalı bir şenlik oldu deniz

Evine dönerken gece

Çakıl taşlarında gelgit izleri






Muhammed Erdevir


İnatçı Duvar



Her bakış nasıl sığınır kendi hikâyesine, bilirim

Ve sözcükler nasıl idam edilir el birliğiyle

Yazmaz eski kitaplarda sıramı beklediğim


Kim hangi türküyü söylerse söylesin

 

Kayıp iklimler kadar çaresiz kaldım: susuz, mahzun

Karanlığı çağırıyor kadim acıyla korkunç masal

Avuç avuç gözyaşı koparıp incelikle kederden

Kurtulmaya çalışıyor evrakım yangının dehşetinden

 

Karaltı ve müjdeler görüyorum yaklaştıkça ateşe

Uzak sevdanın emelleri ürperiyor benimle kırık

Görmek, tükenmek, eksilmek için yürüyorum kıyısında

Saatimi ıstıraba kuranları nakşedip inatçı duvara

 

Sıcaklığını unutmamak arzusuyla son notaların

Sonlanmışçasına rüyalar, öyle tutuyorum aklımı

İzi kalsın diye yolcuların yaktığı ateşlerin

Saklıyorum suya düşen kıvılcımlarını da

 

Kalemlerin hikâyesi var, aşılmaz engel ve yorgunluklar

Paylaşırdım elimden gelse kimsesizliğimi kâğıtlarla

Kalmaz nazenin hayal esrik, yırtılmış günce eksik

Ardına her geçişimde yükselmese bu inatçı duvar




31 Mart 2021 Çarşamba

Ecem Fulya Başlak



KÜSTAH

 

Severdim yüzümü, bakarken sana...
Göremediğim gitmelerin
Bir histi içimde
Bilirdim de söyleyemez, kesemezdim önünü kaderin.


Kimin umurunda
Eskiden ben neydim, şimdi ne olmuşum…
Kendimle verdiğim her savaşı
Topuyla tüfeğiyle nasıl, yenemez olmuşum?

Sakladığım gözümden dışarı
Bir damla iki damla...
Sonrasını saymadım.
Gönlümden içeri bir de sen,
Söylemedim nasıl:
"Seni sevdim..."
Sayıkladım da içimden
Nasıl, işte buradayım,
Sadece sana bakarken, ben güzelim...
Diyemedim.

Kaçtığım şimdi kimden?
Öyle karıştık ki,
Ayıklayamıyorum pişmanlığı içinden.

Tuzla buz olmuş aynalar,
Görünmüyorum.
Bil ki şimdi ben bitkin,
Ben çirkinim.
İhtimal ya,
Bulmak istersen kendini,
Gizlenmek istersen yine aynı anda,
"Sarılmak derdim,
Yüzünü saklamanın en küstah yoludur."

Gülemiyor, ağlayamıyorum...
Yolumu geri ver,
O omuz benim, bana ver.
Yüzüm düştü topla yerlerden.
Ben çirkin değilim,
Bir sarılsam geçecek...

 

 

 

 

Zeynep Yolcu


Bak Bu

Bilinebilseydik kendimize akardık, insanlarla

Çatışıyoruz benlik, bak bu ele

Senle taşıyoruz

Bak bu toplum mandalina

Nar yakın zaman peygamberi

Lohusa lahanaya bak o hep kadın

Görememezlikten gelemedik, yakınlaştık

göremedik

 Bitebilmeye de başladık

“Zannetmek ki ölüm uzaktır”

Paklandık, bak bu kadarı hak.

(Cenk Tanova Ödünç Dize)

Zerrin Bilici

 


- Destanımızda yalnız onların maceraları vardır- N. Hikmet

 

                                                 Kapanmayacak Parantez

 

Bazı anlar, bazı olaylar vardır, unutmazsınız. Günüyle, saatiyle yaşananı anbean hatırlarsınız. Bu da öyle anlardan, öyle günlerden biriydi.

Gülten Akın Cumhuriyet döneminin kadın şairlerinden. Şiire İkinci Yeni çizgisinde başlamış, sonra toplumcu şiire yönelmiş. Şiirlerinde halk şiirinden de beslenmiş.

Eserlerine bakıyordu çocuklar. Biri: “Hocam şiirlerinden birinin adı Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı, Maraş ne alaka?” diye sormuştu. Ah bu gençlerin bu ‘ne alaka’ kalıplı soruları, ben düzeltmekten yoruldum, onlar kullanmaktan bıkmayacaklar. Belki de beni hep bu tür düzeltmelerle hatırlayacaklar, diye geçirmiştim içimden. “Hadi gel, Gülten Akın’ın hayat hikâyesinde bulalım ‘alaka’yı .” demiştim öğrencime.

“Hukuk Fakültesi mezunu olan şair, eşinin görevi nedeniyle bir süre Maraş’ta bulundu.”

Yaşadığı yerlerde hem avukatlık hem de öğretmenlik yapmış. Halkın arasına karışmayı, onları dinlemeyi, onların sesine kulak vermeyi önemsemiş. “Peki, neden Ökkeş’in Destanı hocam?” demişti bir başka öğrencim. Konu yaşadıkları şehirle ilgili olunca diğer şairlere gösterdiklerinden daha canlı bir ilgiyle dinliyor ve derse katılıyorlardı. Sizce neden olabilir, demiştim ben de. Sonra Destan’dan bir bölümde sorumuzun cevabını bulmuştuk:

12 Şubat 1920

Maraş’ın kurtuluş günü

Nasıl ilktir Kurtuluş savaşımız

Nasıl örnektir ezilen uluslara

Maraş ilk destandır Kurtuluş Savaşı’nda

İlk gazidir.

Onunçün bizim ilk yazdığımız destan

Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’dır

Maraş kurtuldu

Duruldu Ökkeş’in kabaran yüreği.

 

Belli coğrafyalarda bazı adların diğerlerinden daha yaygın olarak kullanıldığından bahsetmiştik. Maraş’ta da Ökkeş adının yaygın kullanıldığından Maraş mücadelesinde adı geçmeyen birçok isimsiz kahramanı temsilen, onlara duyulan saygının ifadesi olarak şiire bu adın verilmiş olduğunu söylemiştim. Ne kadar ince bir davranış, nasıl güzel bir duyarlılık, demişti bir kız öğrencim. Böyle bir inceliği de ancak incelikleri fark edebilen bir ruh yakalayabilir zannımca, demiştim.

Destandan bölümler okurken “Adamın su gibi akanıdır Maraşlı” dizelerinin de bu destanda yer aldığını söylemiştim. Öğrencilerden bu dizeyi duyanlar vardı ama dizeyi bir kadının söylemiş olacağını düşünmediklerini söyleyenler olmuştu.

Maraş’ın eski çağlardan beri tarihini, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmasını,  Maraş’ın işgaline ve sonra kurtuluşuna kadar bütün bir mazisini anlatıyordu şair.  İçine ninnilerden türkülere, ağıtlardan Maraş’a özgü ilenç sözlerine kadar pek çok motifi doğallıkla ve özenle yerleştirmiş ki işte bir doğal destan edasıyla karşımızda duruyor şiir, demiştim.

Bir kasım günü, derste ondan ve “Maraş’ın ve Ökkeş”in Destanı”ndan bahsettiğimiz gün aldım ölüm haberini. Teneffüse çıktığımda, cep telefonuma gelen mesajdan öğrenmiştim. Ah kimselerin vakti yok durup incelikleri fark etmeye diyen şairi, inceliklerin şairinin dizeleriyle hatırladım.  “Kitaplarda Ölmek” diyordu Behçet Necatigil de. Açılan bir parantez kapanmış mıydı şimdi?

Teneffüs sonrası sınıfa döndüğümde öğrencilerimle de paylaşmıştım bu haberi. “Az önce kendisinden bahsediyorduk ya, Gülten Akın vefat etmiş.” Ama bunu söylerken neden boğazımda bir yumru varmış gibi hissetmiştim?

O akşam basında Gülten Akın’la ilgili yazılanları okudum. Bu yazılar beni daha önce bir başka derste başka bir öğrenci grubuyla yaptığımız tartışmaya götürmüştü. Erkek öğrencilerden biri bir yerlerden duyduğu, kadınlardan iyi komedyen ve şair olmaz, tezini savunuyordu. Neden olmasın, demiştim. Bu dediğin hayatın bir yerine kadar doğru çünkü kadınlar erkeklerle aynı zaman diliminde okumaya, yazmaya başlamadılar. Kadınlara toplum içinde gülmenin ayıp ve günah olduğu öğretilmişken nasıl birilerini güldürsünler? Duyguları açık etmenin ayıp olduğu öğretilirken nasıl şiir söylesinler? Ama biliyor musunuz, bizim türkülerimizin, ağıtlarımızın pek çoğunda kadın izi vardır. Gurbete gider, çocuğu ölür, kocası ölür, kocası askere gidince çeşitli tehlikelere maruz kalır. Kadın bunları ağıda döker, türküye döker. Sonra bir kız öğrencim söz alarak, “Kim demiş kadından iyi şair olmaz diye, olmasa Dağlarca’dan sonra Türkçenin yaşayan en büyük şairi unvanını alır mıydı Gülten Akın?” demişti.

O akşam şöyle düşünmüştüm: Ana diline sahip çıkması, onu incelikleriyle kullanması, destanlarında türkülerinde halkını anlatması nedeniyle Gülten Akın parantezi kapanmayacak.

Ebru Ataman

 

Be(n)den

Bir ağırlık var üstümde,

ama üzerimden atabileceğim cinsten.

Ah! Ertelenen hafiflikler...

Oysa üzerime serilen toprakla karışmalıyım,

sonra ıslanmalı ve çiçek açmalıyım;

kokular saçmalıyım etrafıma,

yeniden hayata karışan,

yaşama dönen be(n)den...

02.2020/2021 Darmstadt

Berna K. Doğan

 

 


BEN DE KESTİM KARA SAÇLARIMI

 

Kara saçlarını kesme cesaretini gösterenlere

 

Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön, dedi annem. Dönemezdim anne. Yolum belli artık. Ne uzaklık ne yakınlık önemli şimdilerde. Çevre mi? Kimin umurunda Herkes kendi payına düşeni yaşıyor. Yasaktı yasaydı töreydi dön. Sevdim bir kere. Yüreğim yüreğine düştü. Kara gözleri gözlerimin yeşil beneklerine sarıldı sarmaşık gibi. Çayırlı çimenli çiçekli bir kırda dolaşmaya, karın beyazında saçlarımızı beyazlatmaya söz verdik. İçinde dışında yanında değilim, kızım, yavrucuğum, dedi annem. Canım anam, bahtsız anam ben senin içinde olurum ancak. İçinde olabilsem, o sıcacık güvenli rahminde kalabilsem. Hep sıcaklığı bulabilsem. İnsanın en büyük arayışı bu değil midir nihayetinde? Ana huzuru. Sen hep benim yanımdasın. Aklımda, fikrimdesin. İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi, anne. Bu ayıplar, bu kim ne derler yüzünden değil mi tutsaklığımız? Görünmez kelepçelerle bağlanır ellerimiz. Oysa tek derdimiz sevmek. Sevdikçe var olmak değil mi? Kolay mı bu kelepçeli ellerle yaşamak? Kadın olmak geçim ehli olmak. Kolay mı anne? Bu nasıl yaşamaydı dön, desen de, desem de dönemem. Gemileri yaktım. Sevdanın bağrına hançerimi soktum. Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti. Tohumsuz meyve,  çiçeksiz dal olur mu anne? Onları taşıdım içimde tıpkı senin beni taşıdığın gibi, anneliğimi okşadım seni okşar gibi. Emzirdim süt damlası gibi memelerimden hayatın tadını. Kullandım onları, evet. Sevgi için, sevmek için kullandım. Okşamak, içimde bir şeyler büyütmek için kullandım. Sevginin en onulmazını yüreğinde hissetmek, okşamanın, dokunmanın en kıymetlisini, en titreğini hissetmek kullanmaksa eğer kullandım annelik sevgimi. Tutsak ve kibirli- ne gülünç-. İşte böyle analık. Bir de aşk. Bir de sevgi. Omuzların dik. Başın dik. Bakışların dimdik. Kibirli evet, gülünç evet. Ama işte tüm bunlar karşısında boynun eğik. Ne gülünç gerçekten… Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez. Oysa ben bu gözler için yaktım, yıktım, geldim. Gözleri gözlerimde hep eriyecek belledim. Kahırla, kinle, nefretle – hayır hiçbiri değil- öfkeyle bakan gözlerden korktum. Başımı öne eğmedim. Ben de baktım onun gözlerine. Burun deliklerini gördüm açılıp kapanan. Dudağı incelmişti. Gerilmişti. Oysa ilk öpüşte nasıl da yumuşacıktı. Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum. Taradım onları fırtınadan sonra. Okşadım anam okşar gibi yanımda. Tel tel kaldırdım, topladım, arkadan bağladım, topuz yaptım kendime baktım. Saçlarım güzel ve gür. Gözlerim yeşil benekli. On yedisindeyim  aynalarda. Yüzümde çizgi yok ruhum öyle söylüyor. Oysa gerçek bambaşka. Kanserliyim. Ölüyorum. Tel tel dökülüyor saçlarım. Yarısı kel kaldı kafamın. Saçlarım yoluk. Banyonun beyazında yumak yumak. Ölmüşüm. Öldürülmüşüm. Kafa derimi yüzmüş sanki birileri. Saçlarımı, kara saçlarımı öylece buldum. Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi. Hepsini kestim. Aldım tıraş makinasını elime, sıfıra vurdum. Bir yuvarlak boynumun üstünde. Pinpon topu gibi. İki kaş, iki göz, bir ağız. Kirpikler bile yok. Başımın arkasında ufak bir beze. Zararsız. Kendi kendine. Emniyet subabı  gibi. Kestim saçlarımı. Kurtuldum. Yolukluktan, biçarelikten. Birşeycik olmadı –Deneyin lütfen-. Denemeli her insan bir kerecik de olsa kel kalmayı. Tüm ağırlıklarından, fazlalıklarından kurtulmayı. Başımda serinlik. Şimdi aydınlığım, deliyim, rüzgârlıyım. Bambaşka bir yüz, bambaşka bakıyor aynadaki silüetine. Boynum uzamış omuzlarımın üstünde. Gerdanım güzelleşmiş. Benim kel kafam ne güzelmiş! Günaydın kaysıyı sallayan yele, her güne günaydın diyorum. Günışığı perdelerin arasından süzülürken hasta damarlarıma ben ölmediğime, nefes alabildiğime şükrediyorum. Güneşi görebildiğim için, gecenin karanlığından sıyrılabildiğim için. Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi, parmağına batırdı diye sızlananları. Kanımızda kırmızı zehir, yarını umutla beklerken ama içimizde bir taş ağırlığı. Ayşen gidiyor, daha sekizinde çocuğu var. Saliha henüz yirmi altısında memesinin yerinde kocaman bir yara. Dev gibi acıları bir yaşantı ile karşılayanlara, nasıl imrenmem? Vakur duruşların suskunluğunu nasıl alkışlamam? Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum. Kurtuldum da yepyeni bir hayata yeniden gözlerimi açtım anne. Kendi rahmimde kendimi doğurdum bu kez. Acıları kendim çektim.

Kara saçlarımdan bir tutam da sende kalsın anne!

 

Editörün yorumu

Merhabalar, Gülten Akın’ın güzel bir şiiri üzerinden, etkileyici bir dille yazılmış metniniz. Cümleler, ifadeler çarpıcı. Kaleminiz kuvvetli. Bir şiiri metne dönüştürme, çok güzel bir fikir. Uyarlaması da o kadar kolay olmamıştır diye düşünüyorum.

Kestim kara saçlarımı, daha çok saçın kısaltılmasını çağrıştırıyor. Bu açıdan metinde gördüğüm ‘saçın tamamını tıraş etme’ durumu baştaki çağrışımın değişime uğraması ve şaşırmaya neden oldu. İlk mısradan hareketle yazdığınız giriş cümlelerinde, toplumun engel olmak istediği duygularına karşılık bir kızın cesur tutumu var. Bu yüzden metin okuyucuda acaba nasıl karşı koydu diye bir merak oluşturuyor. Bu soruya cevap bulamadan, metnin ortasında bir kırılma yaşanıyor. Okuyucunun hazırlıksız olduğu bir çatışma kurmuşsunuz. Biz toplumla savaşma, kendi değerlerini anlatıcının nasıl kurduğunu, neyle karşılaştığını merak ederken hikâye değişiyor ve bir kanser hastasının mücadelesi ve cesur tutumunu okuyoruz. Tamamen hikâye olsaydı bu metin, kanser kelimesi hiç geçmeden bize yaşananlar üzerinden bunu göstermenizi, yani okuyucunun bazı işaretlerle bu anlatıcı kanser diye düşünmesini sağlamanızı isterdim. Yeniden başa dönersem, aşkına sahip çıkma hikâyesinden, kansere doğru dönüş yani beklenmedik olay, bu güzel metinde ani bir kırılma yaşanmasına neden oluyor. Metnin bütünlüğü açısından bakarsak giriş, gelişme, sonuç hepsinin ayrı güzel olduğunu ama kırılmaların da yer aldığını söylemem gerek.

Alisa Vera

 

Film: Julieta

JULİETA’NIN ÖZLEMİ

Julieta kızına giden yolda, birçok şey hayal ediyordu. Kızının yüzündeki ifadeyi, sıcak bir kucaklaşma olup olmayacağını...

O sırada Anita bahçedeydi. Bir tarafa istiflenmiş küçük fidanlardan birini dikmekle meşguldü. Tek katlı, bahçe içinde bir evde, iki kızıyla yaşıyordu. İki kızı, o sırada bahçedeki sedirde oturmakta, meyvelerden ayırdıkları çekirdekleri bir kabın içine koyuyorlardı. Hafif esen ikindi rüzgarı saçlarını dalgalandırıyordu. Anita’nın kocası başka bir kadınla kaçmıştı. Anita, toprağa bulanmış çıplak ayaklarıyla, yere diz çökmüş sessizce fidanları dikiyordu. O sırada araba sesinin geldiği yöne doğru başını çevirdi.

Yol biraz yokuştu. Lorenzo’nun arabası yokuş başında durdu. Arabanın içinde Julieta’ya birşeyler söyledi ve Julieta arabadan indi ve yokuşun başından aşağıya hızlı hızlı yürümeye başladı. O sırada Anita, gelen kişiyi görmek için toprağa bulanmış elini alnına siper etti, ikindi güneşi gözüne ışımasın diye. Gelen Julieta’ydı. Zaten umudu vardı geleceğinden. Orağı hızlıca yere bırakıp, heyecanla doğruldu yerinden. Üstünde mavi bir elbise vardı Anita’nın. Üstünde de beyaz ve uzun işlemeli bir cepken. Arkadaşı Bea’nın bahsettiği gibi zayıftı ama yüzü huzur içindeydi, ışık saçıyordu. Düz ve uzun saçlarında beyazları belirmişti. Annesini kucaklamak üzere akşam güneşine doğru yürürken, bir azize gibi görünüyordu.

Julieta, yılların özleminin yangınından kurtuldu ve kızının kucağına bıraktı kendini, huzur içinde. Zaman durdu, güneş durdu, rüzgar durdu. Julieta’nın sevgisi, çevredeki tüm tepelere çarptı ve yankılandı. Rüzgar hafifçe esti ve Anita sarılarak koluna girdi annesinin, bahçenin içerisine doğru ilerlediler. Anita’nın kızları ayakta durup, bu kavuşmaya şahitlik etmişlerdi. Anita, annesinin ellerini öpüyor, kızlarına ondan bahsediyordu. Anita, Lorenzo’nun kapıda durduğunu görse de, görmezden gelmişti. Lorenzo bahçenin girişinde ayakta durmuş, batmakta olan güneşin son ışıklarını seyrediyordu.

 

Saniye Kısakürek

 

 


KELİME GÜNLÜĞÜ

 

İki artı bir olsun, lebiderya olsun

 

Leb demeden lebiderya dedik ya, azıcık deniz görse de evler; hemen oluverdi lebiderya. Oysa denizin dudakları anlamına gelirmiş lebiderya.

Aslı Farsçadan gelmeymiş meğer. Leb deyince Farsça “dudak” dermişiz. Farsça’nın, yani Hint-Avrupa dil ailesinin leb kelimesi, Latinceye (tekil hali labium, çoğul hali labia) oradan da Tıp diline geçmiştir. İngilizce’de lip, Fransızca’da lévre’yle de akrabalık varmış da haberimiz olmamış a dostlar!

 

 

Umursar mısın umarsız mı?

 

Durun durun! Umursarız tabii. Önemli sayarız, önem veririz, aldırış ederiz.

Ama bir de şarkı tuttururuz;

Umarsız şarkılar, dudağımda bir yarım ezgi...”

Umursarım deriz ama umarsız deyince anlam değişir. “Umar” “çare” demektir çünkü. Yani umursamazlıkla karıştırılan bu kelimemiz (umarsız) çaresiz anlamındadır.

 

 

Usâreden Özsuya

 

Usâre ya da Üsâre Arapça kökenli bir kelime. Günümüzde pek kullanılmıyor. Bitki veya hayvan dokularında bulunan ve bunlardan sıkma yoluyla elde edilen besleyici sıvı, öz su anlamlarına gelmekte.

Bir diğer anlamı ise “besleyici, hayat verici öz”. Buna bir örnek verelim hemen;

“Değişmez fikir ve diriltici usâre, az tesadüf edilir hayal, hulâsa hakiki ruh saltanatı bunlardaydı” Ahmet Hamdi Tanpınar.

Bir diğer örnek de Yakup Kadri’nin Rahmet adlı öyküsünden;

“...çocukken gördüğümüz cinlerden vâkıâ sende birşey var; fakat, bu, onların usâresinden senin usârene karışmış birkaç damla gibi (...)”

 

 

Gentleman bir Centilmen

 

Gelelim günlükteki son kelimemize. Centilmen bizim dilimize İngilizce’den gelmiş yerleşmiş. Latince “gentilis”den gelen “gentle” sözcüğü “soylu, zarif, kibar” anlamına gelmekte. Man gelince de zarif, soylu ve kibar adam oluveriyor.

Örnekler;

1898’de Ahmet Rasim’in, Şehir Mektupları isimli eserinde “elinde manolya, göğsünde kamelya aşağı yukarı gezinen yerli bir centilmen

Nezihe Meriç’in, Madem ki Hayal Kurmak Bedavadır öyküsünde, “- İşte buyrun! Demedim mi ben? Sigara dumanı, dans müziği ve ekstra centilmen genç adamlar.”

 



Feridun Andaç

  KENDİ BAKIŞINDA BİR SES OLABİLMEK                                                                                                         ...